ÜLKE

Saat Çini vurdu birden: p i r i n ç ç ç
Ben gittim bembeyaz uykusuzluktan
Kasketimi eğip üstüne acılarımın
Sen yüzüne sürgün olduğum kadın
Karanlık her sokaktaydın gizli her köşedeydin
Bir çocuk boyuna bir suyu söylerdi. Mavi,
Birtakım genç anneleri uzatırdı bir keman
Sen tutar kendini incecik sevdirirdin
Bir umuttun bir misillemeydin yalnızlığa

Yalnız aşkı vardır aşkı olanın
Ve kaybetmek daha güç bulamamaktan
Sen yüzüne sürgün olduğum kadın
Kardeşim olan gözlerini unutmadım
Çocuğum olan alnını sevgilim olan ağzını
Dostum olan ellerini unutmadım
Karım olan karnını ve önlerini
Orospum olan yanlarını ve arkalarını
İşte bütün bunlarını bunlarını bunlarını
Nasıl unuturum hiç unutmadım

Kibrit çak masmavi yanardı sesin
Ormanlara ormanlara yüzünün sesi
En gizli kelimeleri akıtırdı ağzıma
Şu karangu şu acayip şu asyalı aşkın
Soluğu kesen ağulayan ormanlarında
Yaşadım o kısa ve korkunç hükümdarlığı
Ve çarpıntılı yüreğim saçlarının akıntısında
Karadeniz’e karışırdı ordan Akdeniz’e
Ordan da daha büyük sulara

Geceyse ay hemen tazeler minareleri
Kur’an sayfaları satılan sokaklardan
Ölüm bir çeşit sevgiyle uçar
Ölüm uçar çocuk yüzlere
Ben o sokaklardan ne kadar geçtim
Damağımda dilinin yosunlu tadı
Önce buğulu sonra cam gibi parlak sonra buğulu yine
Birtakım tavşanları andıran birtakım su hayvanlarını
Pazar pazartesi günlerini ve haftanın öbür günlerini
Yani salı çarşamba perşembe cuma cumartesi

Bir başak ufak ufak bildirir Konya’yı
O başakta o Konya’da seni ararım
Ben şimdilerde her şeyi sana bağlıyorum iyi mi
Altın ölçü çift ölçü ve altın karşılıksız
Para basma yetkisini Fırat’ın suyunu Palandöken’i
Erzincan’ın düzünü asma bahçelerini Babil’in
Antalya’nın denizini o denizin dibini
Beş türlü yengeç yaşayan sularında
Çağanoz adi pavurya çingene pavuryası
ayı pavuryası bir de çalpara

Bilinir ne usta olduğum içlenmek zanaatında
Canımla besliyonım şu hüznün kuşlarını
Sen kalabalıkta bulup bulup kaybettiğim kimya
Yokluğun gayri şuradan şuraya geldi
Bir günler şölenlerle egemen ülkende
Şimdi iri gagalı yalnızlıklar dönüyor
N’olur ağzından başlayarak soyunmaya
Bir kez daha sür hayvanlarını üstüme üstüme
Çık gel bir kez daha yıkıntılardan
Çık gel bir kez daha beni bozguna uğrat

SEVİYORUM SENİ

Seviyorum seni ekmeği tuza batırıp yer gibi
geceleyin ateşler içinde uyanarak
ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi,
ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz,
telâşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,
seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi
İstanbul’da yumuşacık kararırken ortalık,
içimde kımıldanan bir şeyler gibi,
seviyorum seni. ‘Yaşıyoruz çok şükür’ der gibi

SEVGİ AĞACI

Bir zamanlar, uçsuz bucaksız bir kum çölünün ortasında, yemyeşil yaprakları ile dibine gölge ve serinlik veren bir ağaç varmış. Çölün kavurucu ve acımasız sıcağı, kumları kızdırır ama bu ağacın yeşil yapraklarını kurutamazmış. Kızgın güneş ne yaparsa yapsın, yapraklar hep yeşil ve parlak olurmuş. Güneşin sıcağından bunalıp kaçan tüm hayvanlar, bu ağacın gölgesinde dinlenir, esen rüzgarın tüylerini okşayışına kendilerini kaptırıp, uyuklarmışlar kaygısızca. Ağacın dalları arasına yuva yapmış olan kuşlar, yaprakların gölgesinde güneşten korunup, kanat çırparak daldan dala uçuşur, şarkılar söylermişler mutluluk içinde.
        Çölün ortasında, kızgın kumlarla çevrili bu ağacın nasıl beslendiğini mi merak ediyorsunuz? Söyleyeyim: Sevgi ve mutlulukla beslenirmiş bu ağaç. Diğer ağaçlar gibi topraktaki suyu ve besinleri çölde bulamadığı için, sevgi ve mutluluktan sağlarmış gereksinimini. Bu ağacın sevgiden oluşan besini, diğer tüm ağaçlardan ayrı bir özellik katarmış ona. Yaprakları daha canlı, gölgesi daha serin, gövdesi daha güçlüymüş. Ona “Sevgi Ağacı” derlermiş. Gölgesinde barınan hayvanların sevgisi, dallarında ötüşen kuşların neşesi, ağacı sevindirirmiş. Bu uçsuz bucaksız çölde işe yaradığını anlayıp, daha çok sevgi ve mutluluk yaymak için yaşarmış. Güneş bile, o kavurucu sıcağını tüm çöle yayan, suyu buharlaştıran, toprağı kurutan acımasız güneş bile, ona sevgi ile eğilir, ışınlarını ağacın üstüne yansıtmamaya çalışırmış. Ağaç, dibindeki hayvanların sevgisi çoğaldıkça büyür, büyüdükçe dallarını açar, yapraklarını kabartır, daha çok gölge yapmaya çalışırmış. Rüzgar da onu pek severmiş. Çölde köşe bucak dolaşıp, kumları öfkeyle bir yerden ötekine savurup duran rüzgar bile, ağacın çevresine gelince yumuşar, gölgesinde uyuklayan hayvanları serinletmeye çalışırmış. Hafif hafif estikçe, ağaç da yapraklarını sallar, çöl sıcağını uzaklaştırırlarmış el birliğiyle.
        Çöl ortasındaki Sevgi Ağacı, gölgesinde yaşayan hayvanların sevgi ve mutluluğu ile beslenip büyürken, gölgesindeki hayvanları da mutlulukla doyururmuş. Ağacın gölgesinde kedi ile fare kucak kucağa uyurken, köpekler kedilerin tüylerini yalarmış.         Ağacın gölgesi büyüdükçe, altında daha çok hayvan barınır olmuş. Ağacın yaprakları büyüdükçe kalp biçimini alıyor, sevgi ile çarpıyormuş “pıt, pıt” diye.
        Bir gün, tüm havyanlar Sevgi Ağacı’nın gölgesinde mutluluk içinde yaşayıp giderken, uzaktan bir tilkinin kumlar üzerinde sürünerek ağaca doğru geldiğini görmüşler. Hepsi birden el etmişler tilkiye, “Çabuk yürüsün, ağacın gölgesine sığınsın” diye. Tilki tam ağaca yaklaşacağı sırada, sıcak çöl güneşi onun tüm gücünü emivermiş. Zavallı tilki, bitkin bir durumda kumlar üzerinde serilip kalmış boylu boyunca. Hemen üç küçük çöl faresi, kumların arasında yuvarlana yuvarlana, ölmek üzere olan tilkiye koşmuşlar. Kuyruğundan ve ayaklarından çekiştire çekiştire, ağacın gölgesine taşımışlar onu bin bir güçlükle. Tilki kendinden geçmiş bir durumda, ağacın gölgesinde hareketsiz yatarken, tüm hayvanlar sevinç çığlıkları atmışlar: “Yaşasın tilkicik kurtuldu” diye.
        Hepsi de Sevgi Ağacı’nın gölgesinin tilkiyi iyi edeceğini, bitkin ve baygın yatan tilkinin bir süre sonra kendine geleceğini biliyorlarmış. Sevgi Ağacı, çevresindeki hayvanların düşündüklerini doğrularcasına, kalp biçimindeki yapraklarını eğmiş tilkinin üzerine. Dallarını ve yapraklarını sallamış, serinletmiş sıcaktan bitkin düşen tilkiyi. Sonra rüzgar yardıma gelmiş. En yumuşak okşayışı ile serin serin üflemiş tüylerini.         Diğer hayvanlar sevinç gösterisini sürdürmüşler, “Ağaç daha çok beslensin, tilkiyi kurtarsın” diye. Kuşlar cıvıl cıvıl ötüşmüşler, “Yapraklara renk gelsin, pıt pıt kalp gibi çarpsın” diye. Sevgi ve mutluluk ilacını alan tilki, yavaş yavaş kendine gelmeye başlamış. Önce soluk almış derinden. Ciğerlerine sevgi ve mutluluğu çekmiş bir nefeste. Kanı ısınmış. Kuyruğunu sallamış mutlulukla. Ayaklarını oynatmış yavaşça. Kendine gelip gözlerini açınca, çevresinde oynaşan, mutluluk çığlıkları atan hayvanlara bakmış gülümseyerek. Sevgi Ağacı onu iyileştirip, eski gücüne yeniden kavuşunca, kendine gelmiş ve birden ayağa kalkmış. Şöyle bir gerindikten sonra silkinmiş. Tüylerine yapışmış çöl kumlarını temizlemiş daha güzel görünmek ve rahatlamak için. Kumlardan arındıktan, Sevgi Ağacı’nın gölgesinde mutluluğu kana kana içip, kendine geldikten sonra, tüm hayvanlara teşekkür etmiş, yardımlarını esirgemeyip, kendisini hayata döndürdükleri için. Ama tilki bu rahat durur mu? Hayvanların arasında dolaştıkça sinsi sinsi, birinden aldığını diğerine, bire bin yalan katıp, aktarmaya başlamış. Hayvancıklar eskisi gibi birbirlerini sevgi ile okşayacaklarına, birbirlerine hırlamaya başlamışlar. Dişlerini gösterip, bir diğerini kovalamışlar düşmanca. Onların birbirlerine kızıp hırlamaları tilkiyi pek sevindirmiş. Sinsice gülmüş: “Yaşasın, aralarındaki dostluğu yıktım” diye.
        Dostluk ve sevgi yıkılıp, hayvanlar birbirlerine düşünce, birlikteliklerinden doğan güçleri kalmayacak, tilki de bir yolunu bulup, tek tek tuzağa düşürüp yiyecekmiş hayvanları. Kurgusunu sinsice uygularken düşünememiş Sevgi Ağacı’na zarar verdiğini. Hayvanların birbirlerine olan sevgisi ve güveni azalınca, ağaç beslenemez olmuş. Önce yaprakları küçülmüş, mutluluk suyunu içemediği için. Sonra güneşin yakıcı ışınlarına engel olamamış. Küçülen yaprakların arasından sızan ışınlar, gölgesini azaltmış. Barış yok olmuş. Barışın yerini korku ve kuşku almış. Kuşlar dallar arasında kaçışıp durmuşlar, tilkinin tuzağından kurtulmak için. İçlerine bir korkudur girmiş. Korkan kuş ötebilir mi? Susmuşlar hepsi de. Sevgi olmayınca güçsüz kalan ağacın dalları zayıflamış, yaprakları dökülmüş süzülerek. Rüzgar da yardım edemez olmuş ağaca. Sıcak kumlar üflemiş gölgesine.
        Tüm hayvanlar, kum fırtınalarından korunmak için kovuklara sinmişler, birbirlerinden uzak. Kaçışan, kovalanan hayvanlar varmış ağacın tükenmek üzere olan gölgesinde… Bu duygusal yıkımı gören üç küçük fare bir kenara çekilip, aralarında bir plan yapmışlar, diğer hayvanlar görmeden, kimse ne yapmak istediklerini bilmeden, tilki duymadan. Bir gün tilki sıcakta uyuklarken miskin miskin, yanına yaklaşmışlar sessizce. Zayıflamış gölgeden sürükleyerek, kızgın çöl kumunun üzerine taşımışlar tilkiyi uyandırmadan. Sıcak çöl güneşi durur mu? Hemen atılmış tilkinin üzerine. Daha önce yarım kalan işini bitirmiş. Almış tilkinin tüm gücünü. Sıcak çöl güneşi tilkinin gücü ile doyarken, üç küçük fare, zayıflamış gölgenin altında duran diğer hayvanlara seslenmişler. Aralarındaki kavgaya son vermelerini, yoksa sevgi ağacının tümüyle güçsüz kalacağını, kendi sonlarının da tilkininkinden pek farklı olmayacağını anlatmışlar dilleri döndüğünce. Önce hayvanlar homurdanmış ve farelerin sözlerine kulak asmak istememişler, ama her an gücü tükenen Sevgi Ağacı’nın acı dolu yakarışları ve ağlayarak dökülen yapraklarını görünce çaresiz boyun eğmişler söylenenlere. Birbirlerine sarılıp özür dilemişler. Eskisi gibi barış, sevgi ve mutluluk içinde yaşamak istediklerini dile getirmişler ağlayarak. Utanç gözyaşları oluk oluk aktıkça, birbirlerine duydukları kini temizlemiş kalplerinden. Sonra, kıpır kıpır çarpıntılarla sevgi yeniden filizlenmiş. Çiçekler açmaya başlamış kalplerde. Gülmüşler olanlara, kurnaz tilkinin yaptıklarını düşünüp. Kuşlar da ötmeye başlamışlar mutluluğu müjdeleyerek. Aralarındaki sevgi yeniden yeşerince, Sevgi Ağacı da susadığı mutluluktan içmiş kana kana. Böylece Sevgi Ağacı yeniden canlanıp büyümeye başlamış. Hem de eskisinden daha güçlü ve daha görkemli olmuş… Yaşamları eski günleri aratmayıp daha da iyi olunca tüm hayvanlar bir araya gelmişler. Bir tanecik Sevgi Ağacı’nı korumak istemişler. Onu her yere yaymak için kuşlar görevlendirilmiş. Kuşlar sevgi ağacının tohumlarını uçurup, her gittikleri yere dikeceklermiş. Böylece, Sevgi Ağacı bir yerde solup, yok olmaya yüz tutsa da, bir başka yerde büyümeye devam edebilecekmiş. Sevgi Ağacı’nı olası tehlikelerden uzak tutmak ve onu daha güvenle büyütmek için, görünmez yapmaya karar vermişler. Kuşlar, görünmeyen Sevgi Ağacı tohumlarını, dünyanın her yerine yaymışlar. Zamanla her yerde Sevgi Ağaç’ları büyümüş, kocaman yaprakları, upuzun dallarıyla birbirlerini kucaklamışlar, “Tüm sevgiler ve mutluluklar birleşsin, birbirlerinin gücüne güç katsın” diye.
Dünya üzerinde bir yerlerde, kuyruğunu sallayan köpeğe sevgi ile yaklaşıp, onun tüylerini okşayan birisini görürseniz, bilin ki oralarda Sevgi Ağacı vardır. Dallarını eğmiş, kalp biçimdeki yapraklarıyla sevgi pınarından içiyordur. Sevgi Ağacı’nı, el ele gezen, birbirlerini seven, kucaklayıp öpen insanların arasında da görebilirsiniz. Onların sevgisi ile beslenip, mutluluk gölgesi altında onları koruyordur. Sevgi Ağacı’nı göremezseniz, hemen utanç gözyaşları ile kalbinizdeki kini ve kötülükleri yıkayın. Kalbinizde sevgi filizleri açılsın. İnsanları, hayvanları ve doğayı sevin. O zaman her yerde yemyeşil Sevgi Ağaç’larını görürsünüz. Sizi yakıcı güneşten, tilkinin sinsi kurnazlıklarından korumaya çalışır. Size sevgi ve mutluluğun gölgesini, serinliğini sunar. Onun gölgesinde, doğal sevginin mutluluğu ile yaşarsınız sonsuza değin.

UZAK HAZİRAN

İki dudak arası bir zaman
Gözgöze geldikse geçerken
Mayısla haziran arasında
Yağmurlu bir saçak altından
Aşktı uçup giden üstümüzden
Aşktı değip geçen yanımızdan

Uyanıp kış uykularından
Şubatla mart arasında
Eylülle ekim arasında
Yaz sularında kıyıya çıkan
İki adım arası bir zaman
Gözgöze geldikse geçerken
Günlük güneşlik bir kaldırımdan
Aşktı uçup giden üstümüzden
Aşktı değip geçen yanımızdan

Aşktı görmedik bilmedikse
Kimbilir hangi eylül bir daha
Hangi uzak haziran

İYİMSERLİKTEN VAZGEÇME

Biri beyaz, diğeri siyah renkteki kurbağalarımızın huy ve mizacı tıpkı renkleri gibi zıtmış. Ak kurbağa ne kadar iyimserse Karakurbağa o kadar kötümsermiş. Ak kurbağa birşeye “ak” mı dedi; o hemen atılıp “kara” dermiş. Her şeyin olumsuz tarafını görmeye o kadar alışmış ki, gördüğü her şeyi eleştirmeyi neredeyse meslek haline getirmiş. Yağmur yağsa, Karakurbağa:
Offff! Olacak şey mi şimdi bu?” diye şikayete başlarmış. “Yağmurda ne derenin tadı olur,  ne de ortalıkta avlayacak sinek bulunur. Nefret ediyorum yağmurdan!”
Arkadaşının aksine her şeyin güzel tarafını görmeyi seven Akkurbağa cevap vermeden edemezmiş:
“Haksızlık etme lütfen! Sırf senin keyfin bozuldu diye güzelim yağmura niye düşman oluyorsun ki? Hem söylesene, yağmur yağmasa bizim evimiz-yurdumuz olan dereler, sazlıklar, bataklıklar kalır mı ortada?”
Elbette o bu sözlerini tamamlayamadan Karakurbağa atılırmış:
“Tamam tamam, bay çok bilmiş kurbağa! Biliyor musun, sen tam da insanların sözünü ettiği şu Polyanna’ya benziyorsun. Mutluluk rolü oynayacağım diye saçma sapan sözler ediyorsun. Hani, uçurumdan aşağı düşsen, ‘bak ne güzel uçuyorum’ diyeceksin neredeyse. Azıcık gerçekçi olsan ya canım!”
Akkurbağa genelde bu tür tartışmaları uzatmak istemez ve şöyle dermiş:
“Gerçeği görmek için asıl kendi kötümser bakışını terk etmelisin.”
İşte böyle iki zıt kutupmuş kurbağalarımız…
Günlerden birgün canları sıkılınca derenin yakınındaki köye doğru gitmeye karar vermişler. Akkurbağa:
“İstersen fazla yaklaşmayalım, biliyorsun yaramaz çocuklar bizi görürse canımızı acıtabilirler” dediyse de, Karakurbağa ısrar etmiş:
“Akşamın bu karanlığında çocuklar bizi nereden görsün Allah aşkına! Şu en yakındaki evin oraya kadar gidelim, sonra geri döneriz. Korkaklığı bırak şimdi.” Akkurbağa, korkaklıkla suçlanmaktan çekindiğinden, çaresiz kabul etmiş.
Köye girmişler ve evin yanına gelmişler. Akkurbağa sıkıntılı bir vıraklama ile “Hadi, artık dönelim, içimde kötü duygular var!” demiş demesine, ama Karakurbağa heyecanla atılmış:
“Gel bir oyun oynayıp öyle dönelim. Şuradaki yüksek kovayı görüyor musun? İkimiz aynı anda üstünden zıplayacağız. Bakalım yarışmayı kim kazanacak?”
“Akşamın bu vaktinde bırak böyle çocuklukları lütfen!” diye itiraz edecek olmuş Akkurbağa, ancak yaramaz arkadaşı bir türlü fikrinden vazgeçmemiş. Hatta “Dediğimi yapmazsan, seninle artık arkadaş olmam!” diye tehdit bile savurmuş. Bunca yıllık arkadaşını kaybetmek istemeyen Akkurbağa bu teklifi de istemeye istemeye kabul etmiş.
İki kurbağa hızla koşup zıplamışlar. Ama ne olduysa o zaman olmuş ve tam kova dedikleri şeyin üzerinde çarpışıp içine düşmüşler! Acı gerçeği o zaman anlamışlar: üzerinden atlamaya çalıştıkları o şey, yarısına kadar dolu kocaman bir süt güğümü değil miymiş meğer!
Yorulana kadar giriştikleri denemelerin sonucunda başka bir gerçeği daha anlamışlar: Güğümün kenarları zıplayıp çıkmalarına imkân vermeyecek kadar yüksekmiş. Karakurbağa ümitsizlik içinde haykırmış:
“Mahvolduk! Buradan çıkmamız mümkün değil! Bu güğümün içinde ölüp gideceğiz.”
“O kadar kolay pes etme bakalım” diye karşılık vermiş Akkurbağa. “Çıkmadık candan ümit kesilmez. Kim bilir, hiç ummadığımız bir anda imdadımıza yardımsever bir el yetişir belki de.”
Karakurbağa acı bir kahkaha attıktan sonra şöyle demiş:
“Benim kurbağa Polyannam! Neler sayıklıyorsun sen? Bari böylesi bir haldeyken hayal görmekten vazgeç.”
“Ben hayal filan görmüyorum. Nasıl bilmiyorum, ama buradan kurtulacakmışız gibi bir his var içimde. Kendini koyuverme sakın!”
Ne yazık ki, Karakurbağa’nın ümitsizliği her geçen dakika bütün kalbini daha çok kaplamış ve ümitsizliği arttıkça bacaklarındaki güç ve kuvvet de azaldıkça azalmış. Ve en sonunda:
“Bacaklarımda derman kalmamış. Hakkını helal et kardeşim!” deyip sütte yüzmekten vazgeçmiş. Bir-iki dakika sonra da son nefesini vermiş…
Akkurbağa arkadaşının bu kadar kolay vazgeçip ölmesine çok üzülmüş, fakat ümidini hiç yitirmemiş. Sürekli şu şekilde yalvarmış Allah’a:
“Darda kalanların sesini ancak Sen duyar, onların imdadına ancak Sen koşarsın! Senin rahmet ve şefkatin süt güğümüne düşmüş zavallı bir kurbağaya da yetişir elbet! Kurtar beni Allahım!”
Akkurbağa bu şekilde yalvarırken, bir taraftan da sebebini bilmeden sütün içinde var gücüyle çırpınmış. Karanlıkta, yapayalnız, çaresiz, ama hiç ümitsizliğe düşmeden… çırpınmış, çırpınmış, çırpınmış.
Bu hal dakikalarca devam etmiş.
Bir ara arka tarafından ayağına birşey çarpmış. Dönüp baktığında bunun irice bir tereyağı topağı olduğunu görmüş. Oraya nereden geldiğini düşününce, bu tereyağının farkında olmadan kendi çırpınışlarıyla meydana geldiğini anlamış. Gözleri sevinçle parlamış, çünkü bu onun kurtuluş vesilesi olabilirmiş!
Azalmaya yüz tutan gücü, ummadığı kadar artmış. Bu defa niçin yaptığını bilerek bacaklarını yine çırpıp durmuş. Bir saat kadar sonra tere yağ topağı o kadar büyümüş ki, onun üstüne basıp zıpladığı gibi güğümün dışına atlamış ve ilk sözü şu olmuş:
“Rahmetinden ümidimi kestirmediğin ve imdadıma yetiştiğin için Sana şükürler olsun Allahım!”

SEVMEK İÇİN ÖLÜMÜ BEKLEME

15 yıl kadar önceydi. Tommy’yi ilk o gün görmüştüm. ‘inancın Tarihi’ dersimin öğrencilerinden biriydi. Uzun saçlı, değişik bir gençti. Sınıfta benimle en çok tartışan öğrenci oldu. Tanrı’ya kayıtsız şartsız inanmayı kabullenmiyordu..
        Mezun olurken bana, imalı imalı
        “Günün birinde Tanrı’yı bulacağıma inanıyor musun, hocam?” dedi..
        “Hayır” dedim, yumuşakça..
        “Yaa..” dedi.. “Oysa senin bu derste Tanrı’yı pazarladığını sanıyordum hocam..”
        Kapıdan çıkıp gitmek üzereyken arkasından bağırdım:
        “Tanrı’yı bulabileceğini düşünmüyorum. Ama o seni mutlak bulacak, bir gün, eminim.”
        Tommy omzunu silkip yürüdü. Mezuniyetten sonra izini kaybetmiştim ki, acı haberi kendisi getirdi bana.. Ölümcül kansere yakalanmıştı. Odama girdiğinde zayıflamış, çökmüştü. Kemoterapi, o uzun saclarını dökmüştü. Ama gözleri hala pırıl pırıldı.
        “Birkaç haftalık ömrüm kalmış hocam” dedi.
        “Sana bir şey sorabilir miyim?” dedim..
        “Tabii” dedi.. “Ne öğrenmek istiyorsunuz?..”
        “Sadece 24 yaşında olmak ve ölmekte olduğunu bilmek nasıl bir şey?..”
        “Daha kötüsü olabilirdi. 50 yaşında olmak, devamlı kafayı çekmek ve müthiş paralar kazanmayı, yaşamak sanmak gibi..”
        Sonra niçin geldiğini anlattı..
        “Okulun son günü sana Tanrı’yı bulup bulamayacağımı sormuş, ‘Hayır’ yanıtı alınca şaşırmıştım. Sonra ‘Ama o seni bulur’ dediniz. İşte bunu çok düşündüm. Doktorlar ciğerimden parça alıp kötü huylu öldüğünü söyleyince, Tanrı’yı aramayı ciddiye aldım birden. Habis ur diğer hayati organlarıma yayılmaya başlayınca sabahlara kadar dualar etmeye başladım. Hiçbir şey olmadı. Bir sabah uyandığımda, ilahi bir mesaj alma yolundaki umutsuz çabalarımdan vazgeçiverdim, aniden. Ömrümün geri kalan vaktini, Tanrı, ölümden sonra hayat falan gibi şeylerle geçirmeyecektim. Daha önemli şeyler yapma kararı aldım. O zaman gene seni düşündüm..’En büyük mutsuzluk sevgisiz bir hayat sürmektir. Bundan daha kötüsü de bu dünyadan, sevdiklerine ‘Seni seviyorum’ diyemeden gitmektir’ demiştin. Son günlerimi bu eksiği gidermekle harcayacaktım iste.. En zorundan başladım. Babamdan..”
        Oğlu yanına geldiğinde babası gazete okuyormuş..
        “Baba seninle konuşmam lazım” demiş, Tommy..
        “Peki konuş oğlum.”
        “Yani çok önemli bir şey..” Babası gazeteyi 10 santim indirmiş o zaman aşağı..
        “Neymiş o bakalım?..”
        “Baba, seni seviyorum. Bunu bilmeni istedim..”
        Tommy gülümsedi, arkasını anlatırken .. Babasının elinden yere düşmüş gazete ..
        Hayatında hiç yapmadığı iki şeyi yapmış .. Tommy’ye sarılmış ve ağlamış. Sabaha kadar konuşmuşlar.. Babası ertesi sabah ise gitmek zorunda olduğu halde..
        “Annem ve kardeşimle daha kolay oldu” diye devam etti Tommy.. “Onlar da bana sarılıp ağladılar. Yıllardır bana söylemedikleri, söyleyemedikleri şeyleri anlattılar.. Bütün bunları yapmak için bu kadar geç kalmış olmama üzüldüm sadece.. Ölümün gölgesi üzerime düşünce kalbimi açıyordum, bana aslında çok daha yakın olması gereken insanlara..”
        Nefes aldı Tommy.. “Bir gün baktım.. Tanrı orada hemen yanı başında duruyor. Ona yalvardığım zaman bana gelmemişti. Onun kendi programı vardı. Kendi bildiği gibi yapıyordu.. Gerçek olan su ki, haklıydınız.. Ben onu aramaktan vazgeçtiğim halde, gelmiş beni bulmuştu.”
        “Tommy” dedim, “Sandığından çok önemli şeyler söylüyorsun, tüm insanlığa.. Sen Tanrı’yı bulmanın en emin yolunu anlatıyorsun. Onu sadece kendine ayırmak, sadece ihtiyaç duyunca aramak işe yaramaz.. Ama hayatını sevgiye açarsan o gelir seni bulur.. Bunu anlatıyorsun farkında mısın?.” Devam ettim.. “Tommy bana bir iyilik yapar mısın?.. Bunları gelip sınıfımda da anlatabilir misin?..”Bir gün tespit ettik. Ama Tommy gelemedi o gün. Ölümle hayatı sona ermemişti tabii sekil değiştirmişti. Büyük bir adım atmıştı sadece.. inanmaktan, görmeye geçmişti. Ölümünden önce son bir defa konuşmuştuk. “Söz verdiğim derse gelemeyeceğim. Çok halsiz ve bitkinim hocam” demişti. “Anlıyorum Tommy!..”Benim yerime onlara siz anlatır mısınız hocam?.. Siz anlatır mısınız. Herkese, bütün dünyaya benim için anlatır mısınız?..” “Anlatırım Tommy” dedim..”Anlatırım, merak etme!..”
        ** insanlara “Seni Seviyorum” demek için, ölümü beklemenize gerek yok.. Simdi, hemen simdi başlayabilirsiniz.. Başlayın ki, hayatınız güzelleşsin, zenginleşsin.. Hem.. simdi başlamazsanız, belki de hiç söyleme sansınız olmayabilir

SEVMEK YETMEZ

Günün birinde bir çiçekle su karşılaşır ve arkadaş olurlar.
İlk önceleri güzel bir arkadaşlık olarak devam eder
birliktelikleri, tabii zaman lâzımdır birbirlerini tanımak için.
Gel zaman, git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki, mutluluktan
içi içine sığmaz artık ve anlar ki, suya aşık olmuştur.
İlk kez aşık olan çiçek, etrafa kokular saçar,
“Sırf senin hatırın için ey su” diye…
Öyle zaman gelir ki, artık su da içinde çiçeğe karşı
bir şeyler hissetmeye başlamıştır. Zanneder ki,
çiçeğe aşıktır ama su da ilk defa aşık oluyordur.
Günler ve aylar birbirini kovalar ve çiçek acaba
“Su beni seviyor mu?” diye düşünmeye başlar.
Çünkü su, pek ilgilenmez çiçekle… Halbuki çiçek,
alışkın değildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz.
Çiçek, suya “Seni seviyorum der. Su, “Ben de seni
seviyorum” der. Aradan zaman geçer ve çiçek
yine “Seni seviyorum” der. Su, yine “Ben de” der.
Çiçek, sabırlıdır. Bekler, bekler, bekler…
Artık öyle bir duruma gelir ki, çiçek koku saçamaz
etrafa ve son kez suya “Seni seviyorum.” der.
Su da ona “Söyledim ya ben de seni seviyorum.” der
ve gün gelir çiçek yataklara düşer. Hastalanmıştır çiçek
artık. Rengi solmuş, çehresi sararmıştır çiçeğin.
Yataklardadır artık çiçek. Su da başında bekler
çiçeğin, yardımcı olmak için sevdiğine…
Bellidir ki artık çiçek ölecektir ve son kez zorlukla
başını döndürerek çiçek, suya der ki; “Seni ben,
gerçekten seviyorum.” Çok hüzünlenir su bu durum
karşısında ve son çare olarak bir doktor çağırır
nedir sorun diye…Doktor gelir ve muayene eder
çiçeği. Sonra şöyle der doktor: “Hastanın durumu
ümitsiz artık elimizden bir şey gelmez.”
Su, merak eder, sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalık
nedir diye ve sorar doktora. Doktor, şöyle bir
bakar suya ve der ki: “Çiçeğin bir hastalığı yok dostum…
Bu çiçek sadece susuz kalmış, ölümü onun için” der.
Ve anlamıştır artık su, sevgiliye sadece
“Seni seviyorum” demek yetmemektedir

FEDAKAR KARDEŞLER

Erkek kardeşlerin ikisi de babalarından kalma çiftlikte çalışırlardı. Kardeşlerden biri evliydi ve çok çocuğu vardı. Diğeri ise bekardı. Her günün sonunda iki erkek kardeş ürünlerini ve kârlarını eşit olarak bölüşürlerdi.
Günün birinde bekar kardeş kendi kendine:
“Ürünümüzü ve kârımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça değil” dedi, “Ben yalnızım ve pek fazla ihtiyacım yok.” Böylelikle, her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin evindeki tahıl deposuna götürmeye başladı. Bu arada evli olan kardeş, kendi kendine:
“Ürünümüzü ve kârımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça değil, üstelik ben evliyim, bir eşim ve çocuklarım var ve yaşlandığım zaman onlar bana bakabilirler. Oysa kardeşimin kimsesi yok, yaşlandığı zaman hiç kimsesi yok bakacak” diyordu.
Böylece evli olan kardeş her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin tahıl deposuna götürmeye başladı. İki kardeş de yıllarca ne olup bittiğini bir türlü anlayamadılar, çünkü her ikisinin de deposundaki tahılın miktarı değişmiyordu. Sonra, bir gece iki kardeş gizlice birbirlerinin deposuna tahıl taşırken çarpışıverdiler. O anda olan biteni anladılar.
Çuvallarını yere bırakıp birbirlerini kucakladılar. Hayattaki en yüce mutluluk, sevildiğimize inanmaktır.

PADİŞAH UYUR MU?

İstanbul’da kenar semtlerden birinde oturan yaşlı bir kadın, padişahın huzuruna çıkmak istediğini saraydaki görevlilere bildirmiş. Bunun üzerine sultanın karşısına çıkarılmıştı. Yaşlı kadın:
        Evinin soyulduğunu ve bu olaydan padişahın sorumlu olduğunu söyleyerek, şikayette bulunur. Bunun üzerine hiddetlenen Kanuni:
        -Bana bak kadın, sen niçin bu kadar derin uyku uyudun da evinin soyulduğunu duymadın? deyince, yaşlı kadın :
        Padişahım! Kusura bakma, biz seni uyanık bilirdik, onun için evimizde rahat uyuyorduk der. Bu cevap üzerine Kanuni utanarak :
        -Haklısınız diyerek, kadının çalınan mallarının bedelini kendi malından öder

ÖYLE Bİ

Temiz gömleğimi giydim talimden sonra
Ayaklarını yıkıyor çeşme başında erler
İşte sen öyle bir serindin
Tuzladan kaptılarla inerken şehre
ne güzel şey sivil denmesi çıplağa
Ve gün-açık penceresinden meşelerin
Yamacın kuytusuna sokulmuş mavi
Ufacık bi parça deniz gibiydin

Şipka biberleriyle konmuş okulun camlarına
Arnavut Köyünün o muhacir güneşi
İşte sen öyle bi cumartesiydin
Sahanlıkta saçlarını tarıyor kızlar
Raylar ondan böyle kıvılcımlanıyor
Köşeleri dönerken, önlükleri altından
Dünyaya başlar gibi aybaşlarının kokusu
Kalkan al tramvaydın ergenlik durağımdan

Meyvahoşun orda bir sabahçı kahvesi
Gün ağarmıştı ama ben günaydın dedim
İşte sen öyle ışıklı bi yerdin.
Bilmiyordum hiç burda bir fırın olduğunu
Diz çöktüm asfalta, baktım aşağı, üüüü’üh 1..
İşçiler ateşler ayçörekleri
Ve kılıç gibiydi taze ekmek kokusu…
Dağıttık evvel-allah yalnızlıkları

Yaşamak düğünse, sen orda gelindin
Seni soydum, Güler, dünyayı giyindim

HİLMİ YAVUZ

Bütün o aşkları yazdı da ne oldu
Gülleri çocukları denizleri tuttu da elinden
Hep bir ceviz yaprağı gibi belirdi ince yüzü
Bırakılmış gemilerin su kesimlerinden

CUMA’NIN ÖNEMİ

İsa aleyhisselam, bir kabre uğradı. Bu kabirden nur lemean etmekte ve güzel kokular gelmekte idi. Allah’u Teala’ya münacaat edip, bu kabir sahibinin dirilip kendisi ile konuşmasını istedi. O anda kabir ikiye şak oldu. İsa aleyhisselam gördü ki, bir zat oturmuş, önünde Cennet sofrası, Cennet nimetleri yiyor. Bu mübarek kokunun bu nimetlerden geldiğini anladı ve kabir sahibine sordu:
        “Sen kimsin?”
        Kabir sahibi.
        “Ya ruhullah, sizi Yahudi taifesi öldürmek murad ettiklerinde size kaçın diye haber veren kişiyim.”
        ”Peki bu nimete ne sebeple, hangi amelle nail oldun?” dediğinde “Bu nimet benim amelimle değil. Dünyada benim bir salih torunum var. Daima benim ruhum için sadaka ve hayır eder. İşte bunlar o sadakaların sevabıdır. Bu nimetleri, bu nurlar. O Allah’a muti, salih olan torunumun bana olan hediyesidir.” Dedi.
İsa aleyhisselam “Bize evladın faidesinden haber ver” dediğinde o kişi.”Ya ruhullah ! Siz ki dünyada nübüvvetle biliniyorsunuz. Biz de kabirde; dünyada salih evlat, ahfad iletefahur edip tanınırız. Bahusus, Cuma gecesi olunca, Allah’ü Teala o evladın sadakatından, istiğfar ve duasından Melek’lerle nurdan tabaklar içinde kabir ehline böyle nimetler ihsan olunur. Bu gelen nimetlerden dolayı bayramlar ederiz. Herkese evladının gönderdiği hayrı, sadakası miktarı, nimetler ihsan olunur. Oğlu olmayan, torunu bulunmayan mevtalar, yahud oğlu akrabası olup ta kendilerinden hayır hasanat alamayan mevtalar “Benim oğlum yok. Benim torunum yok. Beni hayır ile yad etmiyorlar diye mahzum olurlar.” Dedi.
Resulüllah “Bir kimse, her Cuma gecesi ana ve babasının kabrini ziyaret etse, (yani ikindiden sonra) onlara ihsan edenlerden sayılır.” (Beşaretini haber vermişlerdir.)
Şer’a şehrinde, ana baba kılınacak namaz bildirilmiş lakin ne sureler okunacağı yazılmamıştı. Ben fakir, burada bu vesile ile bazı ehlullahın eserlerinde, bu namazda ne okunacağını beyan ettiklerini bildiriyorum:
Cuma gecesi iki rekat namaz kılıp, bir rekatında bir Fatiha yani bir Elham suresi, bir Ayet-el-kürsi, bir İhlas, bir Rabbil-Felak suresi okunur.
İkinci rekatta ayni sureler okunup, selamdan sonra yirmi salavat verilir ve ana babanın ruhuna hediye edilir.
Yahut Resül Alyhisselamda rivayeten:
Bir kimse akşam ile yatsı namazı arasında iki rekat namaz kılıp her bir rekatında birer Fatiha, onbeş İhlası şerif okusa, selamdan sonra yirmi kere salavat getirse ve bu kıldığı namazın sevabını ana va babasının ruhlarına hediye eylese, muhakkak o kimse ana ve babasının hakkını eda etmiş, onlara ihsan etmiş olur. Bu namazı kılan kimseye Allah’ü Teala şehidler, derecesi veliler kerameti ihsan eder.
Sıratı geçerken sağında Cebrail (A.S), solunda İsrafil (A.S), önünde Melaikei kiram, istiğfar, tekbir, tehlil ve tahmidlerle Cennet’e idhal edip, İsmail ve İshak nebi civarında bir ak inciden kubbeye iletirler.
Vaideyn hakkında kılınacak ikinci namaz şudur ki;
Bir kimse Cuma gecesi, akşam ile yatsı namazı arasında iki rekat namaz kılıp her rekatta bir Fatiha, beş Ayet-el-kürsi, bir İhlas ve beşer defa Felak ve Nas surelerini okuyup her iki rekatta da aynı sureleri tekrar edip, namazdan selam verdikten sonra hasıl olan sevabı ana ve babasının ruhuna hibe etse, onların hakkını ödemiş olur.
Tabbi, hayatta iseler onlara ihsan şarttır. Hayatta iken, cehaletle onların kıymetini bilmeyip, hakkını eda edemeyip sonradan din ve diyanete vakıf olarak ana baba hakkını öğrenen ve lakin öldükleri için onlara olan evlatlık borcunu bu şekilde eda etmek isteyenler bu tertipdeki namazları kılmakla Allah’ü Teala Zülcelalin affına mahzar olurlar ve ana babasını razı etmiş olurlar.
– Ey aşıkı sadık. Cuma kılmak için bir Cuma’dan, bir Cuma’ya kadar yani yedi gün yol yürüsen ve namazı kılıp mescidden yedi günde evine dönebilsen bilsen yine de Cuma namazını terk etmemek gerekir. İşcine, uşağına emrinde çalışanlara Cuma kılmayı men etme ! Cuma vaktinde kaçırdığın alış veriş için üzülme. İşim geri kaldı diye mahzum olma, Ticaret için, keyfin için, tenbelliğinden dolayı Cuma’yı terk eyleme! Bu namazda sana verilen eciri, sevabı bir bilsen. Dünyalar dolusu altına bu zikri-ilahiyyeyi değişmezsin.
Cuma namazını kıldıktan sonra, Allah’ın rızasını ara. Allah’ı zikir et ki; felaha, necata eresin. Felaha ermek, Cennet’e girmektir. Necata ermek, narı-cahimden kurtulmaktır. İşçine, uşağına, hakkını terleri soğumadan ver. onların hakkını yerine getirmemezlik eyleme! İbadet ve taatlerine mani olma! Bir gün seni ağa yapan Allah, elinde malını emlakını alıp uşak da yapabilir. Ağır ağır kiralar yükleme. Bir gün elinden malın çıkar da kiracı olursun. Yetimlere yoksullara merhametli ol. Onların da anaları babaları var idi. Bir gün sen de ölüp, senin de çocukların yetim kalacaktır. Yoksullar hep yoksul değildir. bir zaman onlar da variyetli idiler. Belki bir gün sende yoksul olabilirsin. Hep bunlar dünyaya aittir. Bir de ahiret vardır. Buradaki yoksulluk fani, oradaki yoksulluk bakidir. İman ile göçmeyenler ebedi narda kalacaktır.
Rütbene güvenme. Ariyettir.(geri vermek üzere alınan, geçici.) soyunursun. Kasana dayanma,bekası yoktur. Elinden çıkabilir. Kasasına güvenip “Benimdir !” diyenlerin eline sadaka verdiğimiz oluyor.
Akşam zelil olan, sabah aziz; sabah aziz olan kimse, akşama zelil olmada. Karşına alıp konuşmaya tenezül etmediğin kişi, senin amirin olarak geldiği gibi, akşamdan zülmu ile korktuğun kişi, sabah zelil oluverir. Görenedir, görene. Köre nedir ? Köre ne ?
Daima Allah’tan kork ! Onun rızasını ara ! Resulünü çok sev ! İmanın kemali, onu her şeyinden fazla sevmektir. Cuma’nın Beş vakit namazın kıymetini bil !..
Resul Aleyhisselatu vesselem; Cuma günü hutbe irad etmek üzere minbere çıkıp, mübarek cemalini cemaate karşı döndürmüşlerdi. Ayak üstü durup beliğ bir hutbe irad buyuruyorlardı. O sırada, Şam’dan gelen bir kervan şehre yaklaşıyor ve şehre girdiğini bildirmek üzere defler vuruyor, önde bulunan bir adam da gelişlerini halka ilan ediyordu. Mescidde bulunanlardan, kervanın gelişini bu suretkle öğrenenler Resülullahın hutbesini bırakıp, kervanı karşılamaya koştular. Mescidde on iki kişi kalmıştı.
Allah Resulü buyurdu ki;
“Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki; Sizden eğer bu on iki kişi kalmasa idi, bu vadi ateş ile dolacaktı.”
Ey Cuma namazı kılmayanlar! İyi biliniz ki, Cumayı kılanlar olmasa bulunduğunuz beldeler belki ateşle dolabilir, helak olabilirdiniz. Bu köyü huy,bu tenbelliğinizin inkar ve itaatsizliğinizin cezasını görmeyeşinizi Allah’a itaatkar olan mü’minlere borçlusunuz. Nasıl ki, Resul Aleyhissalatü veselem ile birlikte diğer itaatsizler ceza görmediler ise, sizler de bu devirde Allah’ın ibadet ve taatine koşan sadıkların, salihlerin ve aşıkların yüzü suyu hürmetine bu dünya yüzünde azaptan kurtuluyorsunuz.
Evet; dikkat edin ! Bu dünya yüzünde böylece dünya azabından kurtulmuş oluyorsunuz. Ahiret aleminde böyle olmayacaktır. Zira Resulüllah (S.A.V) efendimizin şu sözleri ne kadar korkutucudur:
“Özürsüz olarak üç Cuma namazını kılmayan banden şefaat ummasın !”
Müminler! dikkat buyurunuz. Bu büyük bir tehdittir ve tehdit de beş vakit namazıedip te, özürsüz Cuma cemaatle kılınan Cuma namazına gelmeyenlere yapılan tehdittir. Beri tarafta beş vakit namazdan, hatta bayram, cenaze namazından bile bihaber olanların ne dereceye düşeceğini sizlerin iz’an ve irfanınıza terk rdiyorum.
Ey mümin kardeşim ! Cuma namazını kılmakta gayret gösterenlere yapılan şu müjdeye bakınız. Eba Bekir Sıddık Radiyallahu anh, efendimiz sallallahü aleyhi vesselemden şu müjdeyi vermektedir:
“Bir kimse Cuma günü, Cuma namazı için gusl etse, yani baştan aşağı yıkansa, temizlense. O kimsenin günahları örtülür. Mescide giderken, oraya varıncaya kadar her bir adımına yirmi sene ibadet etmiş sevabı verilir. Namazı kıldığı takdirde ona yüz sene ibadet etmiş sevabı ihsan buyrulur.
Nebi Aleyhisselam rivayet ettiler ki, Cebrail Alehisselam bena geldi, elinde beyaz bir ayna vardı. Sordum.
Bu nedir ya Cebrail?
Rabbim sana Cuma gününü bununla arz ve beyan etti. Cumayı da, sana ve senin ümmetine bayram kıldı. Aynanın ortasında bir nokta vardı. (Bu nokta nedir ?) diye sordum,
Cevaben bana dedi ki:
Yirmi dört saatte bir saat vardır ki, o saate edilen dua kabul olunur. İşte, bu nokta o saate işarettir. Cuma, günlerin efendisidir. Cumada bir saat vardır ki, o saate edilen dualar red olunmaz. O saatin ise, hatiplerin hutbe okuduğu vakit içersinde bulunduğu mükaşefe erbabı tarafından bildirilmiştir.
Hatib minbere çıktığında, iki rekatlık farzdan selam verinceye kadar yapılacak alış veriş, ticaret haramdır. Bütün hafta alışveriş yapabilirsin. Lakin bu vakitte haramdır.
Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurmuştur:
“Cumaya ilk giden kişi, Allah yolunda bir deve kurban etmiş gibi sevab kazanır. Ikinci giden kişi, Allah yolunda bir inek kurban etmiş gibi; Üçüncü giden ise, koyun kurban etmiş gibi; dördüncü olarak giden bir tavuk sadaka vermiş gibi. Beşinci olarak giden ise, bir yumurta sadaka etmiş gibi sevaba nail olur.”
Hatip minbere çıktığı vakit, mescid kapısında durup bu sevapları yazan Melaike kalemlerini ve defterlerini alıp minberin yanında toplanırlar ve hutbeyi dinlerler. Hatip minbere çıktıktan sonra gelenler ise yukardaki sevaplara erişemez. Resmen üzerine farz olan borcunu eda etmiş olur. Bu vakitte gelen zevatın aldığı ecri ise dersin başında beyan etmiştik.
Cuma namazı kılmak için yolu uzak olan yerlere gitmeye gayret et. Her bir adımı için verilen sevabı beyan ettik. Temiz elbise giy ! Fakat, yanlız üstünü başını temizlemekle kalma. Kalbini ve amelini de temizlemeye çok dikkat et, gayret göster. Hutbeyi dinlerken konuşma, hele hele hiç uyuma. Çünkü Cuma hutbesi, iki rekat namaz yerine kaimdir. Nasıl namazda konuşulmaz ve uyunmaz ise hutbe de böyledir.
Geç geldinse, ön tarafa geçeceğim diye ibadullahı eze eze ön safa geçmeye çalışma! Güzel koku sürün. Vaktin müsaitse i,şin yok ise, camiye erken gel ve geç çık. Fukaraya tasadduk et. O gün evine ve ailene hergünden fazla ikram ve ihsan eyle. Onlara güler yüz göster. Günahtan, mes’uliyetten çok kaçın. Zira, Cumaya hürmet eden nasıl pek büyük ecir ve sevaplar verilirse, ona hürmetsizlik eden kimselere de o derece azab verilir. Tıpkı, bir padişaha karşı kalkavukluk yapmaksızın hürmet gösteren kimse. O padişah tarafından ihsan ve ikram içersinde bırakılır ve padişaha karşı hürmetsizlik eden, edepsizlik yapan kişi de nasıl cezalandırılırsa bu da böyledir.
Sakın özürsüz Cuma namazını terk etme, münafıklardan olursun, zira Resul Aleyhisselam Efendimiz hadisi şeriflerinde:
“Bir kimse tebellikle üç Cumayı terk etse o kimsenin Allah kalbini mühürler.”
Diğer bir hadisi şerifte de:
“Özürsüz üç Cuma namazını terk eden münafıklardan yazılır diyorlar.”
Şerefi, izzeti, faidesi çok olan birşey, fesada uğrayınca o hepsinden kötü bir duruma düşer. Basit bir misal: Taze vaziyette iken içilen veya yenilen yumurta ne kadar faydalı ise, bayatlayan, fesada uğrayan, bozulan yumurta insanı zehirler.
Buna misal olarak Cumaya ne kadar hürmet ve tazim gösterirsen, o derece sevap alırsın. Ne kadar hürmetsizlik gösterirsen, o Cuma namazı senin helakına sebap olur. Safları düzgün tut. Sıklaştır. Yapıldığı vakit mükafatı büyük olan bir işin terkedildiği zaman cezası o nisbetle büyük olur.
Namazda saf olmak, yanlız namaz kılarken ki, sıraların düzgün olması demek değildir. safları iyi ve düzgün olması ile birlikte senin kalbinin de saf ve temiz olması demektir. Kötülükten kendini tathir etmendir.
“İstekıymü yerhamkümullah” istikamet ediniz ki, Allah size merhamet etsin kavli nesebinden murad, sadece namaz esnasında saf olmak değil; aynı zamanda kalbini de saf hale getirmeye murattır. Her işinde istikamet yani özü sözü doğru olmayı muradttır. Namazda safı düzeltip, saf’a istikamet verip; namaz haricinde kalbini kötülükten tasfiye, nefsini fenalıktan tezkiye etmeyen, işinde sözünde doğru olmayan yalancılık yapan, nerede kaldı ki, Allah’ın Rahmetine nail olabilir.
M Ü N A C A T
(D U A)
Ya Rabbi ! Bizi Cumanın şefaatine nail eyle ! O günde sana ibadet kılıp, senin rahnmetine erişen salihler zümresine bizi de dahil eyle ! Cuma günü bizim muradımızı ihsan eyle ! Muradımız senin rızandır. Bize daima rızai şerifine muafık ameller işlemeyi nasip eyle ! Belki kıldığımız bu Cuma namazı bizim son namazımızdır. Haftaya yetişemezsek, iman ile göçür. Salihlere ihlak eyle ! bizi zalimlere kul eyleme ! Kafire esir, namerde muhtaç, nefsimiz elinde zebun eyleme ! Cumanın şefaatine nail kıl. Şikayetinden emin eyle ! Sana hakkı ile ibadet edemedik, aczimizi itiraf ediyoruz. Kusur ile kıldığımız ibadetlerimizi red etme. Senin celal ve azametini lütfunu ve keremini bilemedik. Bilmemize de imkan yok. Verdiğin bu sınırlı akıl ile, senin nihayetsiz hikmetlerini nasıl idrak edebiliriz ? aczimizi bilmek, seni bilmektir. Affın ile nazar kıl, bizi mesrur et, sevindir.
Seni hakkı ile zikir edemedik. Bizi bu noksanımızla kabul et. Verdiğin sonsuz nimetlere şükür etmek mümkün mü ? Balığın denizde etrafını, her tarafını su kapladığı gibi, bizim etrafımızı da senin nimetlerin öylece sarıldığı halde, biz bunların bir katresine dahi şükr etmekten aciziz. Verdiğin nimetleri saymaktan da aciziz. Sana gecede, gündüzde, varlıkta ve darlıkta şükr ederiz.
Kıyamımız secdemiz sanadır. Seni, noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Seni, tesbih ve taksid ederiz. Birsin, varsın, varlığına nihayet yok. Bizleri, doğru yoldan ayırma ! sıratı mustakıym olan İslam dininde sabit-kadem eyle ! Bizleri, hışım ettiğin ve gazabına uğrattığın kimselerden eyleme ! Bizler asiyiz günahkarız ama, senin sevgili Muhammed’inin ümmetiyiz. Merhametinden ümidimizi kesmedik. Divanına geldik. Bizi boş çevirme ! Bizi kapından kovma. Rahmetinden ümidimizi kesmediğimiz gibi bu ümitten de ayrılmıyoruz. Bize Rahmetinle tecelli et. Sıhhat nimetini, iman devletini üzerimizden kaldırma !.
Bizi, nefsi ile uğraşıp, seni unutanlardan eyleme ! Azabından korkarız. Rahmetini ümid ederiz. Sen O Allah’sın ki, bir kez Allah diyeni af edersin. Biz seni her gün anıyoruz.şanına layık mıdır ki, bizleri af etmeyesin ? Azap edersen senin kullarınız. Af edersen ilahımız, melceimiz, (sığınılacak yer, kutulacak yer.) sensin. Sen günahları af edicisin.
İlahi ! Bizlere hışm etme. Bizi asilere katma. Cehennem narına atma. Sen bizleri kapından kovarsan, biz hangi kapıya iltica eder, nereye sığınabiliriz ? Bize gazap edersen, bizi senin gazabından kim kurtara bilir ? Bize ikram edersen, bu ikramına kim mani olabilir ? Ya Hannan ! Ya Mennan ! Ya Deyyan ! Ya Sübhan ! Ya Kadimel-Gufran ve Ya Kadimel-İhsan ! Bize lütfun ile muamele eyle ! Bütün hayırlı işlerimizde bizlere kolaylık ihsan eyle ! Bizi kibir, gurur, ucub ve riyadan beri eyle ! Bize kendimizi küçük göster. Kahrından necat ver. Bizi zalimlere ezdirme ! Nefsimize zebun etme. Gönlümüzü pak, anlımızı ak eyle. Kalplerimizi nuru Kur’an ile pürnur, dillerimizi tevhid ile süsle. Ya Rab ! İsmimizi defteri İslamdan silme, cisimlerimizi tebdil etme. İmandan sonra küfre, hidayetten sonra delalete, nurdan zulmete bizleri itme ! Yoktuk, var ettin. Zelil idik, aziz ettin. Bizi şekli insana bürüdün. Çıplaktık giydirdin. Açtık, doyurdun. Cahil idik, ilim verdin. Kendine kul, Habibine ümmet eyledin. Bizi kulluğunda kaim, dininde daim eyle ! şeklimizi insan yarattığın gibi, batınımızı da insan eyle ! Bizi affınla şad eyle !
Bu yazdığımız risaleyi şerifeyi indi-ilahide ve indi Resülde makbul eyle ! Tesirini halk eyle ! Okuyup, amil olan kullarını hesapsız olarak Cennet’ine kabul eyle ! Bizi duadan unutmayanları, iki cihanda habibinin nigahı iltifatına nail eyle ! Bu dersimizden Resulüllahı haberdar eyleyip, ruhu Resulüllahı bizden hoşnut ve razı eyle !..
Bi- hürmeti seyyidil mürselin ve bi- hürmeti al-i aba ve bi-hürmeti la ilahe illallah. Taha ve Yasin velhamdü-lillahi Rabbil Alemin.
Sübhane rabbike rabbil izzeti amma yasifun ve selamün elel mürselin vel hamdü lillahi rabbil alemin.
Rızaen lillah ve rızaen li resülillah ve rızaen li ricalillah.
El Fatiha…

KAYIP SEVDA

Bir yandan türkü söyler
Bir yandan yürür ağlayarak,
Sevdası rüzgâr gibi iter
Dere boyunca yalınayak.

Nilüferler gibi solgun Ophelia !
Yanaklarına yapışır saçları.
Açılır etekleri suyun yüzünde,
Seyrederdi söğüt ağaçları.

İnsan kalbi o zamanlar da vardı
Daha küçüktü, daha kırmızıydı ama şimdikinden
Kopardılar kalbini Ophelia’ nın
Nilüferler gibi sarardı.

Şimdi de kızlar sokaklarda,
Minnacık eller, ayaklar, saçlar.
Ama nerde onlar, nerde Ophelia
Nerde evvel zaman içindeki aşklar.

Sevdamız kayboldu zamanlarda
Dişi ceylânla erkek ceylân
Ayrı yönlere koşar gider
Bir sevişmek kaldı romanlarda.

ÇOBAN BABA

Erzurum’dan çıkıp on, oniki kilometre kuzeybatıya doğru ilerlediniz mi Köse Mehmet geçidiyle karşılaşırsınız.
Çok keskin, çok sert iki yamacın meydana getirdiği bu geçit yaz bahar aylarında burcu burcu kekik kokar, kışın ak kürklere bürünür, sırlı, düşünceli, kendini ele vermeyen bir alemdir.
Köse Mehmet geçidinin tatlı rüyaları da vardır, karanlık kabusları da…
Sevdalılar bu geçidi çokluk geçmişler, kervanlar bu geçidte ateş yakıp mola vermişler, sıla türküleri, sevda türküleri dağdan dağa ulaşmıştır.
Erzurum’un Ruslar tarafından kuşatıldığı ve aslanlar gibi dayandığı yıllarda, gönlü kara biri Rus ordularına Köse Mehmet geçidini haber vermiş, geçid oraya açık verdiği için düşman oradan bir yılanın akışı gibi, Erzurum’a akmıştı.
Kara günlerdi o günler, bereket çok uzaklarda kaldı. Köse Mehmet geçidinin bir yüzü çoban dede dağıdır. Çobandede dağında da çiğdemler çabuk açar, kekikler burcu burcu kokar, rüzgârlar ılgıt ılgıt eser.
Bu dağda küçük bir mezar vardır. Başucunda birkaç çam ağacının nöbet tuttuğu bu mezar, koca dağa adını vermiş olan Çoban dede’nindir.
Her akşam, gün kararmadan, Köse Mehmet geçidindeki köyden, Çoban dede’ye gidiyorlar,mezarının toprağını kabartıp mumlarını uyarıyorlar, Allah’a niyazlar, dualar, edip Fatiha’lar okuyup köye öyle dönüyorlar.
Ve her gün mezara karşı geçid başında nöbet tutan yiğit Türk erleri onun mumlarının ışığını seyrede seyrede nöbetini tamamlıyor
Kimdi bu çoban Baba?
Sürüsünü almış, otlata otlata dağa doğru çıkıyordu. Bazen bir çam altında mekan tutup yanık yanık kaval çaldığı olurdu. Derin adamdı,aşık adamdı.Yıldızların uzaklığına tasaları, düşünceleri vardı. İnsanoğlunun nereden gelip nereye gittiğini pek merak ederdi. O böyle düşüne düşüne, kendi kendisiyle söyleşe halleşe hayli yol almış, hayli de yorulmuştu.
Baktı ki susuzdur, gözünün önüne kara topraktan fışkırmış kol kol billur sular geldi. Fakat o yana baktı, bu yana baktı su bulamadı. Etrafta ne bir pınar, ne bir patlak vardı.
Yürümeye, koyunları da kendisiyle birlikte gelmeye devam ediyor, fakat Çoban aradığı suyu bulamıyordu.
Sanki dağlar, âşık Kerem’in, susuz kalasın, kararıp gidesin, diye beddua ettiği Karadağ’a dönmüştü.
Çoban’ın susuzluğu gittikçe arttı. Dudakları şahrem şahrem yarıldı.Ciğeri göz gözdağlandı.
Çoban baktı ki, susuz olan yalnız kendi değildir.
Oğlaklar, kuzular dilleri dışarda meleşiyor. Koyunların başları önlerine düşmüş. Koçlar huysuz ve öfkeli. Gün akşama dönünceye kadar, bütün sürü su arıyor Köpekler ayaklarıyla yeri deşiyor, çoban o çalının dibinden ötekine koşuyor, nafile!
Sonunda yorgun ve takatsiz düştü.
Mis gibi kokulu bir mersib kümesinin dibinde toprağa çöktü. Başını niyaz secdesine eğdi:
“Rabbim” dedi, “Güzel Rabbim!! Sürüm de ben de susuzluktan mı ölelim? Rahmet deryaların mı tükendi? Sesim sana yabancı mı geliyor? Bu güne kadar bir dediğimi iki etmedin Allahım. Benden bir suyunu mu esirgeyeceksin? Ben susuzluktan ölsem bir şey lazım gelmez, ama bu hayvancıkların meleşmeleri sana da acı gelmiyor mu?”
Çoban hem söylüyor, hem ağlıyordu. O kadar çok ağlıyordu ki, gözünün yaşı toprağı yıkıyordu. Başı hâlâ o toprakta secdedeydi. Birden dudaklarına serin ve leziz bir zevk değdi… Önce ne olduğunu anlayamadı.Serinlik bütün yüzünü kaplayınca başını kaldırdı ve hayretle gödü ki, yerden bir pınar patlamış, gürül gürül kaynıyor. Serin, tatlı, ışıl ışıl.
Şimdi Çoban daha çok ağlıyordu. Niyazı olmuş, Rabbi onun sesini duymuştu.
Bu sevinçle, az evvelki vaadini unutacak değildi. Çoban onun için tekrar konuştu:
“Artık ölebilirim güzel Allah’ım, dedi. Artık ölebilirim. Bu su beni ihya etti. Değilmi ki sürüm susuzluktan kurtulacak, değil mi ki sen beni duydun, rehmet hazneni benden esirgemedin, artık bu can bana lâzım değil!”
Çoban Dede’nin canı Hakk’a lazımdı, alışverişi oracıkta tamamlayıverdiler. Sürü, gidenden, gelenden habersiz suya baş uzatmıştı. Yalnız çoban köpekleri huysuz, endişeli, mahzun homurdanıyorlardı.
Çobandede dağında, bu su hâlâ akıp gider. Yalnız sürülerin dağda olduğu mevsimde. Sürüler inince su da kesilir.
Düşman o yaylaların üzerine kara bir bulut gibi indiği zaman Köse Mehmet geçidini kendilerine gösteren ağzı karanın köyü de dahil her yeri yakıp yıkmış Çobandede’nin manevi himayesindeki yerlere el sürülememiştir.

TABANCA

Bir nagant tabancam olsa benim
İnce bilekli yâr !
Dünyaya eyvallah etmem
Altın yürekli yâr !

Çocuksun gülüp söylersin,
Uçan kuşlara benzersin,
Ben ölürsem eğer neylersin
Telli duvaklı yâr ?

SÖZÜNDEN DÖNENİN CEZASI

Şeyh Hamad (Ebu’l – Hayr Tınati) Hazretlerinin bir eli kesikti. Bir gün müridlerinden biri küstahlık ederek ona elinin kesilmesine sebep olan şeyin ne olduğunu sordu. Şeyh Ebû’l Hayr Tınati Hazretleri elinin kesilmesine sebep olan hâdiseyi şöyle anlattı: – Gençliğimde bir günah işledim. Ondan dolayı elimi kestiler, buyurunca ne zaman olduğunu sordular. Hz. Şeyh de meseleyi başından anlatmaya başladı: – Ben mağrip diyarında oturmakta idim. Sefer çıkmayı ve biraz gezmeyi arzuladım. Tınattan ayrılıp İskenderiye’ye geldim. Orada oniki sene kaldım. İskenderiye’den sonra Dimyat’a çok gelen-giden olurdu. Irmağın başına otururlar, yemeklerini yerler ve sofralarını da kalenin dibine dökerlerdi. Ben kimseden habersiz, oradaki köpeklerle beraber dökülen ekmeklere üşüşür ve nasibimi alırdım. Yaz mevsiminde bütün azığım bu idi. Kış olunca ise evimin etrafında çok saz yetişirdi. Ben sazların kökünün tazesini ve beyazını yerdim, kurularını atardım. Kışın da azığım bu idi. Birgün hatırıma: – Ey Ebu’l – Hayr, sen kendini mütevekkil zannedersin. Halkın yapmadığını yapıyorum zannedersin ama otlaklarda otluyorsun, bir şeyler bulup yiyorsun, diye geldi. Kendi kendime: “İlahi bundan sonra yerden biten hiçbir şeye el sürmeyeceğim, onlardan hiçbir şey yemeyeceğim. Ancak bana kendi lâfzından gönderirsen onu yiyeceğim. Senin izzetin hakkı için buna söz veriyorum.” dedim. Böylece 12 gün geçti, namazın farzını sünnetini ve nafileleri tamamen kılıyordum. 12 gün de sadece nafileleri terk ederek namaza devam ettim. Sonra sünneti terk ettim. 12 gün sadece farz namazı kılmaya başladım. Sonra kıyamdan, daha sonra da oturarak kılmaktan âciz kalarak farzlarıda edâ edemez olmuştum. Sırrımla niyaz ederek:” Allahım bana farz kıldığın bir hizmetten sorguya çekmen ve kefil olduğun rızkımı da göndermen gerekir. Kefil olmakta devam ettiğin o rızkı bana fazlından ihsan eyle!… ” diye yalvardım. Ansızın önümde iki yuvarlak daire görüldü. İçinde de bir şey vardı. O iki yuvarlak kürs her gece bana gelir bende içindekini yer, gıdamı temin ederim.(Şeyh yediği şeyin ne olduğunu söylemediği gibi yanındakilerde sormadılar.) Böylece bir müddet devam ettikten sonra bana gaza için sınır boyuna gitmem işaret edildi. Buralarını müslümanlar ellerinde bulunduruyorlardı. Ben sınır boyuna gittim. Bir köye vardım. Cuma günü idi. Mescidin kapısında bir kaç kişi toplanmışlar sohbet ediyorlar, birisi anlatıyor öbürleri dinliyorlardı. Anlatan Zekeriya Aleyhisselâmın ağaca saklandığını ve müşrikler tarafından destere ile kesildiğini anlatmakta idi. O’nun sabrından bahs ederken ben içimden şöyle geçirdim: “Eğer bende olsaydım orada sabrederdim.” Oradan ayrılıp sınır boylarından Antakya’ya geldiğimde dostlarım bana bir kılınç – kalkan verdiler. Sonra sınır boyuna müteveccihen Allah’tan haya ettiğimden oralardaki meşeliğe geçtim. Gece deniz kenarına gelir, abdest alır, namaz kılardım. Gündüz olunca da yine o meşeliğe geçer düşmanın gelmesini beklerdim. Birgün meşelikte gezerken yemişleinin bazısı olgunlaşmış, bazısı henüz olgunlaşmamış bir meyve ağacı gördüm. Bu çok hoşuma gitmişti. Allah’a verdiğim sözden o anda gafildim. Elimi uzatarak yemişlerden bir miktar topladım. Sonra birkaç tanesini yemeğe başladım. Bir kısmı ağzımda bir kısmı da eliğmde olduğu halde yeminim aklıma geldi. Hemen elimde olanları serptim, ağzımdakileri tükürdüm. Kendi kendime mihnet ve belâ vakti yaklaştı, dedim. Kılıcımı- kalkanımı ve mızrağımı bir kenara attım, bir ağacın dibine varıp elim şakağımda düşünmeye başladım. Hata işledim. Şimdi benim halim ne olacak diye düşünüyordum. Ben dalgın dalgın düşünmekte iken bir bir bölük atlı silahlı kişi gelerek etrafımı sardı. Sonra beni yaka- paça deniz kenarına emir (Reislerinin) yanına götürdüler. Daha evvel bazı köylüler de benim gibi yakalanarak sultanın huzuruna getirilmiş, bekletiliyorlarmış. Sultan bana: -Sen kimsin? Necisin? dedi. Ben: Allahın kullarından bir kulum, deyince de orada bulunan esir köylülere tanıyıp tanımadıklarını sordu. Tanımadıklarını söylediler. Onlara: – Bu sizin büyüğünüz, fakat siz onu mâzur göstermek için tanımadığınızı söylüyorsunuz, kendinizi feda ediyorsunuz, dedi. Biraz sonra da kararını verdi. O kalabalıktan birer birer ayırıp birer el, birer ayaklarını kestiler. Sıra bana gelince: – Elini uzat dediler. Uzattım ve bir vuruşta sağ elimi kestiler. Ayağını da uzat dediklerinde sırtüstü yatarak ayağımı uzattım ve: -Ya Rabbi! Elim günah işlemişti, kestirdin, ayağımın ne suçu var!… diye içimden yalvardım. O anda atlılardan biri atından atlayarak: – Durun, kesmeyin, bu adam falan zattır!. Ne yapıyorsunuz, dünyayı başımıza mı yıkacaklsınız. Ben bunu tanıyorum! diye bağırdı. Bunun üzerine reis atından inerek o kesilen eli öptü. Bana da: – Biz hata ettik, bizi affet, diye yalvardı. Ben de: – O suçlu bir eldi. Kestiniz, hakkımı helâl ettim, dedim. Ondan sonra çok ağladım. Çünkü bir anlık dalgınlık yüzünden hem elimden olmuş hem de o her zaman nereye gitsem beni bulan yuvarlak kürsten mahrum olmuştum. İşte bu elimin kesilmesi böyle bir hadise sonucu olmuştur. Bu bir suçlu eldir ve cezasını çekmiştir. Allah ahirette çektirmesin…

ÇOCUĞA AYIRACAK BİR SAAT

Adam yorgun argın eve döndüğünde 5 yaşındaki oğlunu kapının önünde beklerken bulmuş.
        Çocuk babasına:
        “Baba 1 saatte ne kadar para kazanıyorsun?” diye sormuş. Zaten yorgun gelen adam “bu seni ilgilendirmez” diye cevaplamış.
        Bunun üzerine çocuk:
        “Babacığım lütfen bilmek istiyorum” diye cevap vermiş. Adam,
        “İlla ki bilmek istiyorsan 20 dolar kazanıyorum” diye cevap vermiş.      Bunun üzerine çocuk,
        “Peki bana 10 dolar borç verir misin?” diye sormuş. Adam iyice sinirlenip:
        “Benim, senin saçma oyuncaklarına veya benzeri şeylerine ayıracak param yok hadi derhal odana git ve kapını kapat” demiş. Çocuk sessizce odasını çıkıp kapısını kapatmış adam sinirli sinirli bu çocuk nasıl böyle şeylere cesaret eder diye düşünmüş aradan bir saat geçtikten sonra adam biraz daha sakinleşmiş ve çocuğa parayı neden istediğini bile sormadığını düşünmüş belki de gerçekten lazımdı. Yukarı çocuğun odasına çıkmış ve kapıyı açmış. Yatağında olan çocuğa:
        “Uyuyor musun?”  diye sormuş. Çocuk,
        “Hayır”  demiş.
        “Al bakalım istediğin 10 doları sana az önce sert davrandığım için üzgünüm ama uzun ve yorucu bir gün geçirdim”  demiş. Çocuk sevinçle haykırmış:
        “Teşekkür ederim babacığım”
        Yastığının altından diğer buruşuk paraları çıkarmış adamın suratına bakmış ve yavaşça paraları saymış bunu gören adam iyice sinirlenerek:
        “Paran olduğu halde neden benden para istiyorsun?” demiş. Çocuk,
        “Ama yeterince yoktu”  demiş ve paraları babasına uzatarak:
        “İşte 20 dolar, 1 SAATİNİ BANA AYIRIR MISIN?” demiş…

CENNETLİK KADINLARIN BİRİNCİSİ

Hazreti Fatımatüzzehra (r.a.) Hazretleri bir gün babası Peygamberimiz (s.a.s.)’e:
         -Babacığım cennete ilk önce kadınlardan kim girecek? diye sordu.
         Peygamberimiz (s.a.s):
         – Falan mahallede bir kadın var. O kadın ilk cennete girecek kadındır, buyurdular.
         Hazreti Fatıma çok merak etmişti:
         -Benden de mi evvel girecek babacığım? diye sordu.
         Hazreti Peygamberimiz:
         -Senden de evvel girecek. İstersen git de bir tanış. O zaman sen de neden önce onun gireceğini öğrenirsin, buyurdular.
         Hazreti Fatıma’nın o kadın hakkındaki merakı iyice artmıştı. Bir gün kadının evini sora sora buldu, kapısını çaldı. İçerden ihtiyar bir kadın sesi duyuldu:
         -Kim o?
         Hazreti Fatıma, kendisini tanıtıp görüşmek istediğini söylediğinde kadın:
         -Canım sana feda ey Allah Resulünün kızı sizinle çok görüşmek arzu ederdim. Fakat dışarı çıkamadığım için ziyaretinize gelemedim. Kocamdan izin almadan size kapıyı açamayacağım. Sizden çok özür dilerim. Yarın gelirseniz içeri girmeniz için izin alır kapıyı açarım, görüşürüz, dedi.
         Hazreti Fatıma geri gitti, kadın da meseleyi anlatıp kocasından izin aldı. İkinci gün kadınla görüşeceğine emin olarak gelen Hazreti Fatıma yanına Hazreti Hasan’ı da alarak geldi. Kadının kapısını çalarak geldiğini bildirdi. Fakat kadın Hazreti Fatıma’nın yanında bir çocuk bulunduğunun farkına varmıştı. Hazreti Fatıma’ya:
         -Yanınızda bir de çocuk var. Ben yalnız sizin için izin almıştım. İçeri siz girebilirsiniz, fakat çocuk dışarıda kalır. İsterseniz yarın gelin onun için de izin alayım, beraber içeri girersiniz, dedi.
         Hazreti Fatıma ikinci defa içeri giremeden geri döndü. Üçüncü gün yanına Hazreti Hüseyin’i de alarak gitmişti. Kapıda yine aynı durumla karşılaşarak Hüseyin’i içeri alamayınca geri dönmek zorunda kaldı. Üçüncü gün üçü birden gittiklerinde kadın kocasından her üçü içinde izin almıştı. İçeri girdiler. Hazreti Fatıma bir de baktı ki, içerden kendisini karşılayan dışarıda sesinden tanıdığı kadın değil. Genç ve güzel bir kadın… Hayretle sordu:
         -Sizinle dışardan konuşurken sesiniz başka idi, şimdi başka, bu nasıl oluyor? dedi.
         Kadın:
         -Sizinle konuşurken sesim dışarı çıkmakta idi. Ben de sesimi yabancı erkek duyar da günaha girerim diye ağzıma taş parçası alarak konuşuyordum. Şimdi ise o taşı çıkardım, dedi.
         Hazreti Fatıma’nın gözleri yaşarmıştı. Babasının neden cennete evvela bu kadının gireceğini söylediğini anladı.
         Kadın Hazreti Fatıma (r.a.)’ya:
         -Ey Allah Resûlünün kızı! Acaba ben kocama karşı vazifemi ifa etmiş oluyor muyum? Allah beni kocama itaatsizlikten dolayı hesaba çeker diye korkuyorum, dedi.
         Hazreti Fatıma babasının müjdesini bildirdi:
         -Hayır! Sen bilakis babamın cennete ilk girecek kadın diye müjdelediği birisin. Hiçbir kadın sizin yaptığınızın onda birini bile yapamaz, dedi.
         Ve cennete ilk girecek olan kadınla bir hayli sohbet ettikten sonra müsaade isteyerek oradan ayrıldı.

GİZLİ SEVDA

Hani bir sevgilin vardı
Yedi sekiz sene önce,
Dün yolda rasladım
Sevindi beni görünce.

Sokakta ayaküstü
Konuştuk ordan burdan,
Evlenmiş, çocukları olmuş
Bir kız, bir oğlan.

Seni sordu
Hiç değişmedi, dedim,
Bildiğin gibi…
Anlıyordu.

Mesutmuş, kocasını seviyormuş,
Kendilerininmiş evleri..
Bir suçlu gibi ezik,
Sana selâm söyledi.

YAŞAM ENERJİSİ

Jerry, çevresindekilerin çok sevdiği insanlardan biriydi. Keyfi her zaman yerindeydi. Her zaman söyleyecek olumlu bir şey bulurdu. Hatta bazen etrafındakileri çıldırtırdı bile.
Bu adam, bu halde bile nasıl iyimser olabiliyor? Birisi nasıl olduğunu sorsa; “Bomba gibiyim” diye yanıt verirdi hep.. “Bomba gibiyim.” Jerry bir doğal motivasyoncuydu…
Yanında çalışanlardan biri, o gün, kötü bir günündeyse, Jerry yanına koşar, duruma nasıl olumlu bakılacağını anlatırdı.
Bu tarzı fena halde düşündürüyordu beni… Bir gün Jerry’ye gittim. Anlayamıyorum dedim.. Nasıl olur da, her zaman, her koşulda bu kadar olumlu bir insan olabiliyorsun… Nasıl başarıyorsun bunu?
Her sabah kalktığımda kendi kendime Jerry bugün iki seçimin var: Havan ya iyi olacak, ya kötü.. derim. Havamın iyi olmasını seçerim. Kötü bir şey olduğunda gene iki seçimim var: Kurban olmak, ya da ders almak.
Ben başıma gelen kötü şeylerden ders almayı seçerim. Birisi bana bir şeyden şikayete geldiğinde, gene iki seçimim var.. Şikayetini kabul etmek ya da ona hayatın olumlu yanlarını göstermek. Ben hayatın olumlu yanlarını seçerim.
Yok yahu, diye protesto ettim. Bu kadar kolay yani? Evet.. Kolay dedi Jerry.. Hayat seçimlerden ibarettir. Her durumda bir seçim vardır. Sen her durumda nasıl davranacağını seçersin. Sen insanların senin tavrından nasıl etkileneceklerini seçersin. Sen havanın, tavrının iyi ya da kötü olmasını seçersin… Yani sen, hayatını nasıl yaşayacağını seçersin!..
Jerry’nin sözleri beni oldukça etkiledi. Onu, uzun yıllar görmedim. Ama, hayatımdaki talihsiz olaylara dövünmek yerine, seçim yapmayı tercih ettiğimde hep onu hatırladım.
Yıllar sonra, Jerry’nin başına çok tatsız bir şey geldi. Soygun için gelen hırsızlar, paniğe kapılıp, Jerry’yi delik deşik etmişler… Ameliyatı 18 saat sürmüş, haftalarca yoğun bakımda kalmış. Taburcu edildiğinde, kurşunların bazıları hala vücudundaymış.
Ben onu, olaydan altı ay sonra gördüm. Nasılsın? diye sorduğumda, Bomba gibiyim dedi Bomba gibi. Olay sırasında neler hissettin Jerry dedim. Yerde yatarken, iki seçimim var diye düşündüm.. Ya yaşamayı seçecektim, ya ölümü.. Ben yaşamayı seçtim.
Korkmadın mı, şuurunu kaybetmedin mi !.. Ambülansla gelen sağlık görevlileri harika insanlardı. Bana hep İyileşeceksin merak etme dediler. Ama acil servisin koridorlarında sedyemi hızla
sürerlerken, doktorların ve hemşirelerin yüzündeki ifadeyi görünce ilk defa korktum.Bu gözler bana; Bana adam ölmüş diyordu. Bir şeyler yapmazsam, biraz sonra ölü bir adam olacaktım gerçekten..
Ne yaptın? diye merakla sordum.. Kocaman bir hemşire yanıma yaklaştı ve bağırarak herhangi bir şeye alerjim olup olmadığını sordu.. Evet diye yanıt verdim.. Var.. Doktorlar ve hemşireler merakla sustular.. Derin bir nefes alarak kendimi toparladım ve bağırdım: Benim kurşunlara alerjim var !..
Doktorlar ve hemşireler gülmeye başladılar. Tekrar bağırdım.. Ben yaşamayı seçtim. Beni bir canlı gibi ameliyat edin. Otopsi yapar gibi değil..
Jerry, sadece doktorların büyük ustalıkları sayesinde değil, kendi olumlu tavrının büyük katkısı ile yaşadı. Yaşaması bana yeni ders oldu.
Her gün, hayatımızı dolu dolu yaşamayı seçme şansımız ve hakkımız olduğunu ondan öğrendim.. Ve her şeyin kendi seçimimize bağlı olduğunu..

AŞURE GÜNÜNÜN ÖNEMİ


         Bir vakit Basra’da servet sahibi bir adam vardı. Her senenin âşure gününde Müslüman kardeşlerini evine toplar, sabaha kadar Kur’an okuyarak, okutarak geceyi ihya ederler, nerde fakir ve kimsesiz varsa buldurur, tasaddukta bulunur, elinden gelen hayrı fazlasıyla yapardı. Evinin bitişiğinde bir komşusu bulunuyordu ve komşusunun hem anası, hem de kızı senelerden beri yürüyemez vaziyette idiler. Kız, babasına sordu:
         – Babacığım bu gün nedir? Komşumuz herkesi evine toplayıp bu geceyi Kur’an ve zikirle ihya ediyor?
         Babası:

         “-Yavrucuğum, bu gün âşûre günüdür, Allah katında bu günün hürmeti büyüktür”, dedi.
         Sonra uykuya vardılar. Fakat kız çocuğunun gözüne uyku girmiyordu. Sanki nefesi kesilmiş bir halde huşû ve haşyet ile Kur’an’ı ve zikrullah’ı dinliyordu. Kur’an’ın hatim duâsını yaptıkları vakit, yüzünü semâya doğru çevirip Allah’a niyaz ederek:
         “-Ey Mevlâm! Bu gecenin senin indindeki hürmeti hakkı için, senin rızânı kazanmak için bu gece Kur’an’ını okumak için uyumamış kulların hürmeti için beni şu hâlimden kurtar, kalbimin kırıklığını sar!” dedi. Daha sözünü bitirmemişti ki, o anda âfiyet bularak bütün ağrı ve sancılarından kurtularak kalkıp doğruldu. Sabahleyin bu hali görünce şaşıp kalan babası:
         -Kızım bu nasıl oldu? diye sordu.O da:
         – Babacığım , bu gün ile Allah’a tevessül ettim. O da ânında bana sıhhatimi ihsan etti, dedi.

SİTEM

Önde zeytin ağaçları arkasında yâr
Sene 1946
Mevsim
Sonbahar
Önde zeytin ağaçları neyleyim neyleyim
Dalları neyleyim.
Yâr yoluna dökülmedik dilleri neyleyim.
Yâr yâr!.. Seni kara saplı bir bıçak gibi
sineme sapladılar
Değirmen misali döner başım
Sevda değil bu bir hışım
Gel gör beni darmadağın
Tel tel çözülüp kalmışım.
Yâr yâr
Canımın çekirdeğinde diken
Gözümün bebeğinde sitem var.

ÇOCUKTAKİ NEZAKET

Bir pastanın üç otuz paraya satıldığı günlerde 10 yaşında bir çocuk pastaneye girdi. Garson kız hemen koştu..
 Çocuk sordu: “Çikolatalı pasta kaç para?..”
“50 cent!..”
 Çocuk cebinden çıkardığı bozukları saydı.
  Bir daha sordu: “Peki dondurma ne kadar..”
“35 cent” dedi garson kız sabırsızlıkla..
Dükkanda yığınla müşteri vardı ve kız hepsine tek başına koşuşturuyordu.
Bu çocukla daha ne kadar vakit geçirebilirdi ki…
                  Çocuk parasını bir daha saydı ve “Bir dondurma alabilir miyim
            lütfen” dedi.
                  Kız dondurmayı getirdi. Fişi tabağın kenarına koydu ve öteki
            masaya koştu.
                  Çocuk dondurmasını bitirdi. Fişi kasaya ödedi.
                  Garson kız masayı temizlemek üzere geldiğinde, gözleri doldu
            birden. Masayı sanki akan yaşları ile temizleyecekti.
                  Bos dondurma tabağının yanında çocuğun bahşiş olarak                bıraktığı 15 cent duruyordu 

HAYAT VE SONRASI

Bir zamanlar bir yerde Allah’ın bir veli kulu yaşardı. Temiz kalpli, ihlaslı, safça bir mü’mindi. Her gördüğünü iyiye yorumlar, Allah’a çok tevekkül ederdi. Bir kötülük, bir çirkinlik görse iyi tarafından alır, “Bunda da bir hikmet vardır” diyerek gönlünü hoş tutardı. Her şeyin iyi yönünü görür, gülleri devşirir, dikenlerle hiç ilgilenmezdi. Yaratandan ötürü yaratılanı hoş görür, onlara güler yüzle nasihat ederdi.
         Müslümanların kıskanmasına aldırmaz. Onlara karşı yine hüsn-ü zan ederdi. Şeytanı ve nefsini tam ve katıksız düşman bilir, Allah’a sığınırdı. Nefsinin hücumlarına karşı iman kalesine girer, elden geldiğince ona karşı silahlanırdı.
Açıktan küfrünü açıklayanlara, Tevhid’i bulmaları için dua ederdi. Hayatı nurlu, gönlü sürûrlu has bir kuldu. Kur’an-ı sıkça okur, ayetleri anlamaya çalışırdı.
         O gün yine nafile oruca niyetlenmişti. Dûha namazını biraz erkence kılmış, şehrin dışına doğru yürüyüşe çıkmıştı. Çevre duvarlarının dışına ağaç gölgelerinin sarktığı eski mezarlığa doğru yürüdü.

         Kabristana girdi. Fatiha ve ihlası okudu. Bunu da, ebedi ikametgahlarında yatanların ruhlarına hediye eyledi.
         Koyu gölgeli bir ağacın altına oturup alnında biriken terleri mendiliyle sildi. Derin bir tefekküre daldı. Mezardakilerin hallerini düşünüp, onlar için kaygılandı. Yüreğine ılık bir şeyler aktı, gözleri yaşardı.
         Sevgili Peygamberimiz kabir konusunda ne buyurmuştu? “Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur.”
         Şimdi burada yatanlar acaba hangisinde?
         Acaba bunlar dünya hayatında neler yaptılar? Nasıl inandılar, nasıl yaşadılar? Şimdi cennet bahçesinde zevk mi ediyorlar, yoksa cehennem çukurunda azap mı çekiyorlar? Bir meraktır kapladı içini…
         Bu eski mezarlıkta kimler yatıyor? Zenginler, fakirler, iyiler, kötüler, zalimler, günahkârlar…
         Sonra yaşadığı zamanı düşündü… Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışanları, mazlumlara eziyet eden zalimleri, vatan, millet, bayrak diye halkı uyutanları, bankalarındaki hesaplarını kabartabilmek için her şeyi mubah sayanları düşündü.
         Bir lokma için çöplük karıştıranları, televizyonda gördüğü sanatçı(!)lara ilah muamelesi yapanları, sırf okumak için gittikleri okula; senin giyinişin, kılık-kıyafet yönetmeliğine aykırı diye umudunu o okula bağlamış kızları okula almayan zihniyeti, dininin gereği giyindiği için okuluna alınmayan kızları, alkolün ve uyuşturucunun batağına düşmüş gençleri, ekranlarından fuhuştan başka bir şeyin gösterilmediği televizyonların yöneticilerini düşündü… Allah’ım aklıma mukayyet ol! Sen ki duaları kabul edersin. Bizleri Rasulullah’ın (s.a.v.) sancağı altında toplananlardan eyle!..
         Senin dininin gereklerini yerine getirmeyenler, bu hayatın sonunda hesap yok zannediyorlar. Oysa Üstad Necip Fazıl Kısakürek bir şiirinde:
         “Bu hayatın sonunda hesap yok mu zannettin sen?
         Lokantanın garsonu bile; ‘hesap lütfen’ diyor.
         Sen nasıl olur da; bizlere herşeyi bahşeden, sen…

         Hesap sormasın?..
         İlahî onları affet, onlara hidayeti nasip et.”
         Ya Rabbi! Çok sürmeden beni de buraya getirecekler. Benim halim ne olacak? Her nefis ölümü tadacaktır. “Ölümün acısı üç yüz kılıç yarasından fazladır.” buyurulmuş. Ben nasıl dayanacağım?
         Şeytan son anda bana musallat olursa ben ne yaparım? O zaman halim nice olur. Kabir hayatı, sonra diriliş, hesap-kitap, mizan-terazi, sırat, cennet, cehennem…
         Gelen iki meleğe nasıl hesap vereceğim? Onların sorularına cevap verebilecek miyim?..
         Bu düşünceler içindeyken uyku bastırdı. Başını yaşlı ağacın gövdesine dayadı. Dualar mırıldanırken gözü dallara, yapraklara kaydı. Sanki o yapraklarda ölmüş insanların isimleri vardı. Onları okumaya çalıştı. Uyku iyice bastırdı. Gözleri kapandı. Derin bir uykuya daldı.
         Rüyasında mezardakileri gördü. Güyâ kendisi de ölmüş, orada bulunan kabir arkadaşları hâl diliyle kendisine bir şeyler anlatıyorlardı. Geriye dönüşü olmayan dünya hayatlarını, çaresizliklerini, nasıl aldandıklarını, halen hayatta olanlara nasıl gıpta ettiklerini, kendilerine fırsat verilse ve dünyaya dönseler sırf Allah’ın (c.c.) rızası için nasıl yaşacaklarını, hepsini, hepsini…
         Sonra kabrin içinde en çok feryatların, iniltilerin geldiği kabrin sahibine sordu:
         – Arkadaş halin nedir? Neden en çok azap sana çektiriliyor?
         Kabirdeki şöyle cevap verdi:
         – Ah!.. Aman… Halimi hiç sorma. Ben dünya hayatında Allah’a (c.c.) şirk koştum. Her günah affolunur, benim günahım affolunmaz.
         – Anladım…
         Sonra ana-babasına karşı gelenlerin, katillerin, intihar edenlerin, zulüm yapanların, zina yapanların, içki içenlerin, faiz yiyenlerin, kumar oynayanların, iftira atanların, riyakârların, münafıkların, rüşvet yiyenlerin, yetim malı yiyenlerin, sihirle uğraşanların, avret yerini açanların, karşı cinse benzeyenlerin, ilmiyle âmil olmayan alimlerin, hatta sattığı süte su karıştıranların hayatını dinledi. Çektikleri azaba tanık oldu.
         İçi sıkıldı iyice. Çıldıracak gibi oldu. Sonra duyduğu kuş sesleriyle, hissettiği ve tarif bile edemediği eşsiz korkularla kendine geldi..
         – Ya sen ey mevta! Nedir tüm bu güzelliğin sebebi? Seni görünce içim açıldı, gönlüm rahatladı. Senin yerinde olması ne kadar isterdim. Belli ki cennete namzetsin. Seni bu makama çıkaran nedir? dedi.
         – İmandır kardeş, iman.
         – Nasıl yani?
         – Ben dünyadayken “La ilahe illallah Muhammedürresullah” lafzını tam manasıyla anladım, layıkıyla iman ettim, ibadet ettim.
         Allah’ım bu güzelliklerini hepimize nasip et, düşüncesi içinde diğer cennetlikleri; zekat verenleri, oruç tutanları, namaz kılanları. Allah’ı (c.c.) çokça zikredenleri ana-babasına hürmette kusur etmeyen evlatları, iyiliği emredip kötülükten nehyedenleri. İffet sahibi insanları, şehidleri, takva sahiplerini dinledi. Onlara yapılan izzet-i ikramı gördü. Onlara gıpta ile baktı.
         Bizim Allah dostu rüyasında kabir aleminde dolaşırken gelen gürültülerle uyandı. O kabristana yeni bir ölü getirilmişti. Kalabalık bir cemaat vardı. Ölüyü kabre koydular. Üzerini toprakla örttüler. Yasin, tekasür, ihlas, fatiha surelerini okuyup dua ettiler. Ellerini yüzlerine sürüp kabristandan ayrıldılar. Kabrin başında ölenin oğlu, kardeşi, bir de imam kaldı. İmam ayağa kalkıp:
         – Ey Ahmet oğlu Hasan! diye üç kere bağırdı.
         Dünya üzerinde bulunduğun inancı hatırla. O da şudur: “Allah’tan (c.c.) başka ilah olmadığına, Muhammedin (s.a.v.), Allah’ın (c.c.) Rasulü olduğuna, senin Rab olarak Allah’a (c.c.) Din olarak İslam’a, Peygamber olarak Hz. Muhammed’e (s.a.v.) razı olduğuna dair şahitliğindir.” dedi…
         Artık imamın ve yanındakilerin işi bitmişti. Son kez kabre bakıp çıkışa doğru yürümeye başladılar.
         Kendisini halen rüyada zannediyordu ki; karşıdan gelen imam:
         – Hey! Mübarek kalk ne yatıyorsun? sözleriyle irkildi ve birden ayağa fırladı.
         – Sen kimsin? Ben nerdeyim? Öldüm mü? dedi..
         İmam tebessüm ederek:
         – Korkma, dünyadasın. Güneşin altında mezarlıkta uyumuşsun. Az önce bir kardeşimizi ahirete uğurladık. Uyuyacağına cenaze namazına iştirak etseydin, daha iyi olurdu dedi.
         – Çok derin uykudaydım hocaefendi. Öyle rüyalar gördüm ki… Bende, ölmüş gibiydim…
         – Hayırdır inşaallah. Nasıl olsa öleceğiz. Şimdi önce bir abdest al açılırsın. Sonra öğlen namazının vakti çıkmadan namazını kıl.
         İmam ve yanındakiler kabristandan ayrıldılar. O ise halen gördüğü rüyanın etkisi altındaydı. Elinin tersiyle alnının terini sildi. Rüyasında bile cehenneme tahammül edememişken nasıl olur da yaşadığı hayatı cennete gidebilmek için harcamazdı…
         İlahi! Bizi af ve mağfiret eyle. Rahmeti ve mağfiretini üzerimizden eksik etme.
         Bizlerin canını Senin yolundayken al. Yoksa biz sorgu meleklerine nasıl hesap verir, kabir azabına ve cehenneme nasıl dayanırız?..
         İlahi!.. Affet..

SON DERS

Bir profösörün mezun edeceği talebelerine verdiği son ders:
        Bilgisayar Mühendisi Arkadaş, İnşallah iyi bir donanımcı veya iyi bir yazılımcı veya iyi bir networkçü veya iyi bir sistem yöneticisi olacaksın.
        Yalnız şu mühim meseleleri sakın aklından çıkarma;
        Bu kainatın öyle bir donanımcısı vardır ki, bütün mevcudâtı ve
  içinde yer yüzünü create etmiş, güneşi bir power source, ayı bir system clock yapmış. O power source'dur ki kesintiye uğramaz ve o system clocktur ki şaşmaz ve şaşırmaz, o donanımcının ilminin ve sanatının nihayetsizliğini gösterir.
        Bu zât aynı zamanda öyle yüce bir programcıdır ki, şu muazzam dünya üzerinde çalışacak şekilde koca hayat programını yazmış, yüzbinlerce yıldan fazladır, error verdirmeden, crash ettirmeden çalıştırıyor.
        Eğer onun ne kadar iyi bir programcı olduğunu da anlamak istersen, önce kendine bak. Gözünle göremediğin küçücük bir hücrene bütün kodunu save etmiş ve yine o küçücük hücrende execute ettiriyor. Madem ki DNA'nın bir program olduğu apaçıktır, ve bir program programcısız olamaz demek ki, senin programcılığın ancak o büyük zâtın programcılığına ancak bir ayna hükmündedir.
        Yine senin bütün hücrelerinden oluşturduğu network'ün içinde hadsiz protokollerle o hücreleri konuşturduğu gibi, madem ki senin de diğer insanlarla türlü dillerde ve protokollerde konuşabilmen için gerekli donanımı yanına vermiştir, öylece de gördürüyor, konuşturuyor ve dinletiyor. Ve madem ki sen etrafındaki bütün cisimlerden haber alasın diye ışık, ses gibi türlü mediayı hazırlamış kullandırıyor, ve sen bunları keşfeder, kullanır fakat upgrade edemezsin, o halde öyle büyük bir network uzmanı zât vardır ki senin her türlü ihtiyacını bilir, ona göre teçhizatını verir. Senin networkçülüğün ancak onun, sonsuz ilminden sana verdiği bir küçük parça ve bir büyük nimettir.
        Arkadaş, aldanma! Şu güzel dünya hayatı programı bir limited trial version'dur, görüyorsun ki elde ettiğin malı mülkü hiç bir surette save edemiyorsun. Öyle ise, bu kâinat yazılımını yazanı tanı. Hem hiç mümkün müdür ki bir programcı bu kadar güzel bir program yapsın ve yaptığı programda about kesimi koyup kendini tanıttırmasın. Öyle ise bu kainatın en büyük donanımcısı, programcısı, networkçüsü ve sistem yöneticisi olan zâtın her yere işlediği about kesimlerini gör, öğren, full versiyonunu kazanmak için çalış.
        Unutma ki hiç bir hareketin atlanmadan çok dikkatli loglar tutuluyor. Bu loglar her şeye gücü yeten o sistem yöneticisi tarafından open edilip check edilecektir.
        Amann ha diccat!...

BESMELENİN ÖNEMİ

Bir Kadın her söze ve işe başlarken besmele çekermiş. O kadının birde münafık bir kocası varmış. Besmele çekmesine çok kızarmış. Hanımını Besmele ile ilgili bir işte mehcup etmeye karar vermiş.
Bir gün hanımına, içerisinde para bulunan bir kese verir, “Bunu sakla , sonra senden isterim” der.
Hanımı keseyi Besmeleyle bir yere koyup üzerini örter. Kocası, hanımın haberi olmadan gidip keseyi alıp ve kuyuya atar. Sonra gelip hanımından keseyi getirmesini ister.
Kadın keseyi koyduğu yere gidip, Besmele çeker. Allahü teala o anda Cebrail aleyhisselâma, yer yüzüne inip keseyi kuyudan alıp yerine koymasını emreder. Cebrail aleyhisselâm keseyi kuyudan alıp suları akar bir vaziyette yerine koyar.
Kadın keseyi almak için elini uzatınca, keseyi ıslak bir halde bulunca “Bu kese nasıl ıslandı?” diye hayretler içinde kalır. Hiçbir şeyden habersizce kocasına götürüp verir.
Bu durum karşısında Hayretler içinde kalan kocası da hemen tevbe edip salih bir müslüman olur.
Bundan sonra her işe başlarken ve bir şey yaparken Besmele çekmeye başlar.

BEŞ MAYMUN

Kafese beş maymunu koyarlar, ortaya da bir merdiven ve tepesine de iple muzları asarlar. Her bir maymun merdivenleri çıkarak muzlara ulaşmak istediğinde dışarıdan üzerine soğuk su sıkarlar. Her bir maymun aynı denemeye giriştiğinde çok soğuk suyla ıslatılır, bütün maymunlar bu denemeler sonunda sırılsıklam ıslanırlar.
Bir süre sonra muzlara hareketlenen maymunlar diğerleri tarafından engellenmeye başlanır. Su kapatılıp, maymunlardan biri dışarı alınıp ve yerine yeni bir maymun konulur, ilk yaptığı iş muzlara ulaşmak için merdivene tırmanmak olur. Fakat diğer dört maymun buna izin vermez ve yeni maymunu döverler. Daha sonra ıslanmış maymunlardan biri daha yeni bir maymunla değiştirilir ve merdivene ilk yaptığı atakta dayak yer, bu ikinci yeni maymunu en şiddetli ve istekli döven ilk yeni maymundur. Islak maymunlardan üçüncüsü de değiştirilir. En yeni gelen maymun da ilk atağında cezalandırılır.
Diğer dört maymundan yeni gelen ikisinin, en yeni gelen maymunu niye dövdükleri konusunda hiçbir fikirleri yoktur. Son olarak en baştaki ıslanan maymunların dördüncüsü ve beşincisi de yenileriyle değiştirilir. Tepelerinde bir salkım muz asılı olduğu halde artık hiçbiri merdivene yaklaşmamaktadır.
Neden mi? Çünkü burada işler böyle gelmiş ve böyle gitmektedir…’

BAYKUŞ ve HAZRETİ SÜLEYMAN

Sahabe-i güzinden ka’belAhbar (r.a)Hz. ÖMER’e:
         Ya ÖMER , kimsenin bilmediği bir şey nakledeceğim sana. Bunu peygamber kitaplarından okudum, oldukça gariptir.

Hz. ÖMER(r.a)
         “Söyle bakalım Ya Ka’b
         Bir gün Süleyman (a.s)’ın huzuruna bir baykuş geldi. Hz.Süleyman ile baykuş arasında şu konuşma geçti:
         “Ey baykuş ben biliyorum ki arpa, buğday vb. hububat yemezsin, acaba neden?”
         Ya nebiyyallah, Adem ile Havva o hububatı yedikleri için dünyaya sürüldüler.
         Ben de onun için yemem.”Baykuş değil sanki koskoca evliya mübarek.

         “Ben biliyorum ki, sen suda içmiyorsun, neden acaba?”
         “Ey Allah’ın peygamberi, Nuh (a.s)’ın kavmi suda boğuldu. Ben de suya tevbe ettim.”
         “Peki niçin mamur yerlerde değil de harap yerlerde yaşarsın”.
         “Harap yerler Allah’ın mirasıdır, sahipsizdir. Ben insanların sahip olduğu binaya konmam”.
         “Harabelerde niçin ötersin?”
         “Ey dünya nimetlerine aldananlar, bulunduğum harabeyi görüyor musunuz? Siz de bir gün bunu gibi harap olacaksınız, demek isterim”.
         “Peki evlerin üstünden uçarken ne diye ötersin? Ne demek istersin bununla insanlara?”
         “Ey Ademoğlu yazıklar olsun sana . Arkanda bu kadar isyan ve günah, önünde de bu kadar keder ve bela varken nasıl dünya nimetlerinden lezzet alıp neşelendiğinize şaşarım.”
         “Niçin gündüz uyurda gece uyumazsın?”
         “Ey Allah’ın nebisi, gündüz ademoğullarının nefislerine uyup zulümlerinin çoğaldığı zamandır. Onlardan kaçarım ki zulümleri bana erişmesin .Gündüz uyurum ki, onların yaptıklarını gözlerim görmesin.”
         Ya sabaha kadar ne zikredersin?”
         “Ey insanlar , uykunuzu ve gafleti bırakın artık .Ahiret için tedarik görüp, azık hazırlayın .” Sonra beni yaratan Allahü Azimüşşanı noksan sıfatlardan tenzih ederim.”
         “Ey baykuş, insanlar seni uğursuz sayarlar .Halbuki senin kadar insana merhamet eden ve nasihatte bulunan yokmuş.”
         Umuyorum bende bir şeyler aktarıp faydalı olduysam ne mutlu bana tekrar selamün aleyküm Allah! emanet olunuz

ÜLKER’İN GÖZLERİ

Bir bahar sabahının karanlığında ıssız
Gökte diz çökmüş iki titrek ışıklı yıldız
Olan gözlerinize âşıkım, Bayan Ülker!

Mutlu, esen ve hoşken ve gülerken gülerken
Nerden gelir bilinmez üzgünlüklüklerle birden
Solan gözlerinize âşıkım, Bayan Ülker!

Ne zaman perdelese içlerini bir buğu
Ölümün güzelliği, özlemin yorgunluğu
Dolan gözlerinize âşıkım, Bayan Ülker!

Kalbinizin sezilmez parıltıcıklarını
Bir büyük ateş gibi göstermenin sırrını
Bulan gözlerinize âşıkım, Bayan Ülker!

BATTAL GAZİ TÜRBESİ

Zaman 1204 yıllarında, Anadolu Selçuklu’larının başında Sultan Alâeddin Keykubat’ın hükümran olduğu çağlardır.
         Alâeddin Keykubat, son derece adil, aydın ve sevilen bir insandı. Annesi Ümmühan Hatun da, tıpkı oğlu gibi, adalette, cömertlikte, iyilikte kimsenin yarış edemeyeceği bir kadındı. Günlerden bir gün, bir rüya gördü. “Tasvir gibi güzel, Hamza gibi kuvvetli, Ali gibi heybetli” bir yiğit Ümmühan Hatun’a dedi ki:
         “Ey Hatun! Ben Âli Resûl’üm ki Diyarı Rûm’u aldım, kâh karada, kâh denizde doksan yıl gazilik ettim. Sonunda Mesihiye kalesinde şehit oldum. Gel beni ziyaret et, Üzerime bir türbe yap!.”

         Ümmühan Hatun, rüyasını oğluna anlattı, Alâeddin Keykubat haznedarlarına emir verdi, ne lazımsa develere yükletildi. Sultan Hatun Mesihiye kalesine doğru yola çıktı.
         Hacı Emre köyünden, kutluca Çoban o devirlerde harap bir halde bulunan Mesihiye kalesi çevresinde koyunlarını otlatırdı. Çoğu çobanlar gibi uyanık gönüllü, keşfi açık, nasipli bir insandı.
         Bir gün koyunlarını otlatırken, koyunların bir yere gelince yürüyemediklerini, sanki önlerindeki toprağa basmak istemediklerini fark etti. Acaba yanılıyor muyum diye bir denedi, iki denedi, fakat gördü ki hiçbir koyun o yere ayağını basmıyor. Kutluca Çoban ertesi gün, belki unutmuşlardır diye sürüyü gene dün işaretlediği o topraklardan geçirmek istedi ama nafile! Çoban gödüklerinde yanılmıyordu. Burada bir şey vardı, hayvanların basmak istemedikleri, her halde kutlu bir şey, belki bir mezar…
         Bir gün, beş gün, on gün… Çoban artık o topraklardan ayrılamaz oldu. Bir gece, gene aynı yerde, koyunlar otlar, çoban derin derin düşünürken, ansızın, gökten bir nur dalgasının , koyunların asla çiğnemediği o toprak parçasına indiğini gördü.
         Kendinden geçti, mest ve hayran kadı, koyunlar da yerlerinden kıpırdamadılar, gün ışıyıncaya kadar öyle kaldılar.
         Kutluca Çoban gece gördüklerini vardı, gitti Mesihiye beyine anlattı. Bey, hemen o yerin atrafına bir duvar çektirtti,
         “Kimse içeri abdestsiz girmesin, kimin ne haceti varsa orada iki rekat namaz kılıp istesin, niyazları kabul olunur.” dedi.

         Günlerden bir gün, Ümmühan Hatun’un kervanı geldi Mesihiye kalesinin yolunda bir yere kondu. Bey, Ana Sultan’ı karşılamaya varınca Ümmühan
“Bu kale yakınında hiç ziyaretgâh varmıdır?” diye araştırdı.

         Bey bilmiyordu. Ancak, Kutluca Çoban’ın görüp anlattıklarını Ana Sultan’a aktardı,
         “Ne vardır bilmem ama ben etrafına duvar çektirttim, şimdi herkes oraya gider” dedi.

         Ümmühan Hatun ses etmedi, kalktı Kutluca Çoban’ın bulunduğu yere gitti, bir de onu dinledi. Sonra orada iki rekât namaz kıldı ve
         “Gördüğüm rüya Allah katından ise bana onu yine göster” diye yalvardı.

         Evet! Ümmühan Hatun’un rüyası Allah katındandı. Çünkü o tasvir gibi güzel, Hamza gibi güçlü, Ali gibi heybetli insanı gene gördü. “Kılıç belinde, imame başında, nikab yüzünde idi” idi. Nikabını açtı:
         “Ol gördüğün benim! Seyyit Battal Gazi’yim. Âli resul’üm. Türbemi sen yaptır. Bir mescit, bir de tekke bünyad eyle. Alimler ve dervişler getir, vakıflar yap” dedi. Ümmühan Hatun ağzı dili bağlanmış, karşısında divan duruyordu. Seyit Gazi ona iki kitap verdi
         “Bizim yâdigârımız olsun!” dedi.

         Hemen ertesi gün Ümmühan Hatun’un emriyle mimarlar, nakkaşlar, ustalar, kalfalar, çiniciler, boyacılar, camcılar… kısaca Selçuk ülkesinde ne kadar sanatçı varsa, Mesihiye kalesine çağrıldı. Seyit Battal Gazi’nin istediği gibi mescit, medrese, semâhane, aşhane, misafirhane binaları yapıldı.
         Bütün bu sayılanlar güzelliğine ve değerine paha biçilemeyen bir çift küpenin tekiyle yapılmıştır. Bir gün türbe yıkılır, yanar, yeniden yapımı gerekirse diye, küpenin tekini Ümmühan Hatun direklerden birinin dibine bir demir kutu içinde gömdürdü. Ama hangisinin altında olduğunu direkler bile bilmiyor. Onun için Her Allah’ın günü “Benim altımda, hayır benim altımda” diye çekişip dururlar.
         Türbenin büyük kapısında “Esselâmün aleyküm ya Sultan Seyit Gazi” diye yazar.Giriş kapısında ise “Bu mübarek makam Sultan Seyit Battal Gazi’nindir. Hak rahmet eylesin” diye haber verir. 

ÇAKIL

Seni düşünürken
Bir çakıl taşı ısınır içimde
Bir kuş gelir yüreğimin ucuna konar
Bir gelincik açılır ansızın
Bir gelincik sinsi sinsi kanar

Seni düşünürken
Bir erik ağacı tepeden tırnağa donanır
Deliler gibi dönmeye başlar
Döndükçe yumak yumak çözülür
Çözüldükçe ufalır küçülür
Çekirdeği henüz süt bağlamış
Masmavi bir erik kesilir ağzımda
Dokundukça yanar dudaklarım

Seni düşünürken
Bir çakıl taşı ısınır içimde.

MİSAFİRİN BEREKETİ

Anlatıldığına göre  zengin biri ölür ve geride dul karısı birkaç kız çocuğu kalır. Bir müddet sonra iyice fakir duruma düşerler, bu yüzden çevrenin hakaretlerine maruz kalmamak için yurtlarından göçerler. Yolda bakımsız bir mescide sığınırlar.
         Dul kadın, çocuklarını burada bırakıp yiyecek bir şey bulmaya çıkar. Şehrin müslüman ileri gelenine başvurur. Durumunu anlatır, fakat adam “Durumunu mutlaka delillendirmen gerekir” diyerek kadını eli boş çevirir.
         Kadın arkasından bir mecûsiye vararak durumunu anlatır, adam kadına inanır ve bir kadın göndererek yetim yavruları ile o kadını evine getirtir, onlara gayet iyi bakar.
         Gece yarısı olunca şehrin müslüman ileri geleni rüyasında Kıyamet koptuğunu görür. Peygamber’imiz başı üzerinde “hamd sancağı” taşıyan ulu bir köşkün karşısında duruyor.
         Adam Peygamber’imize “Bu köşk kimin içindir, Rasulallah” diye sorar. Peygamber’imiz “bir müslümanındır diye cevap verir. Adam “ya Rasulallah; ben tevhid akidesinden hiç ayrılmamış bir müslümanım” der. Peygamber’imiz ona “Buna dair bana delil getir” der, adam şaşa kalır. Peygamber’imiz ona yetim anası kadının durumunu hatırlatır, adam bu sırada üzüntü ve pişmanlık içinde uyanır.
Derhal kadının peşine düşer,sıkı bir araştırmadan sonra bilen birinin klavuzluğu ile kadını mecusinin evinde bulur, onları alıp evine götürmek ister, fakat “onlar sayesinde evime bereket geldi” diyerek Mecûsi reddeder. Adam mecûsiye “Yüz altın vereyim de onları bana teslim et” der, mecûsi yine reddeder. Bu sefer misafirleri mecûsiden zorla almaya kalkışınca mecûsi ona der ki, “Senin peşinde koştuğun şeye ben senden daha layığım, rüyanda gördüğün köşk benim için yaratılmıştır. Sen bana karşı müslümanım diye mi üstünlük taslıyorsun? Allah adına yemin ederim ki, ben ve ev halkım, bir dul kadın vasıtası ile müslüman olduk da ondan sonra yattık. Senin gördüğün rüyanın aynısını ben de gördüm. Peygamber’iniz bana “Dul kadın ile yetim kızlar yanında mı?” diye sordu. “Evet ” dedim. Bunun üzerine Peygamber’imiz “O halde bu köşk senin ve ev halkınındır” dedi.
Aldığı bu son cevap üzerine, şehrin ileri gelen müslümanı,ancak Allah’ın bildiği bir büyük üzüntü ve pişmanlık içinde eski mecûsinin yanından ayrıldı.

ŞAYET AŞK

Şayet aşkın tohumu
Düşmüşse gönlüne
Suyunu esirgeme
Aşkın hakkını yeme
Pişman olursun ömrünce.

Sana gölge verecek dallar
Fışkırır ancak gençlikten
Büyüt bu fidanı ey genç
Hazır yeşermişken!

Ne demek istediğimi
Ömrünün ortalarında
Ansızın anlarsın
Alkol kana yayılınca

GEÇ GELEN SAADET

Dondurucu soğukta bir an önce evime varabilmek için
hızla yürürken, ayağımın ucunda bir cüzdan gördüm..
Hemen aldım. Sahibini gösteren bir kimlik vardır diye
acele acele açtım.. İçinde üç dolar ve sararıp kat yerleri
yıpranmış eski bir zarftan başka bir şey yoktu…
Sol üst köşede yalnızca gönderenin adresi, alıcı adresi
yerinde bir posta kutusu numarası vardı. Bir ipucu
bulabilmek belki biraz da merakımı giderebilmek için
zarfı açtım ve içindeki mektubu okumaya başladım.
Mektup, sol yanı çiçek resmiyle süslenmiş bir kağıda,
özenli bir el yazısıyla yazılmıştı ve “Sevgili Michael
diye başlıyordu.. Ve “Annesi yasakladığı için
onu bir daha göremeyeceğini” anlatarak
devam ediyor.. “Ama sakın unutma, seni daima
seveceğim” diye bitiyor.. İmza.. Hannah!..
Elimde yalnızca, mektubu yazan kişiyle, mektubun
yazıldığı kişinin birinci adları vardı. Eve gider gitmez
hemen telefon idaresini aradım.Görevli kişi, kendisine
bildirdiğim adreste yaşayanların telefon numarasını
vermesinin yasalara aykırı olduğunu söyledi. Fakat
ısrarım karşısında: “Belki, size yardımcı olabilirim” dedi.
“Bu adreste bulunan numaraya telefon ederim ve onlar
Kabul ederlerse, sizi görüştürebilirim lütfen bekleyin..”
dedi. İki üç dakika sonra görevlinin sesi geldi..
“Bağlıyorum efendim.” Telefonda, karşıdaki hanıma
Hannah diye birini tanıyıp, tanımadığını” sordum.

“Bu evi, 30 yıl evvel, Hannah diye kızları olan bir aileden
aldık” dedi. “Peki yeni adreslerini biliyor musunuz?..”
Hannah annesini bir huzurevine yatıracaktı. Oradan takip
ederseniz, belki adres bulursunuz..” deyip bana huzurevinin
adını verdi.. Hemen aradım.. Yaşlı anne yıllar önce ölmüş..
Ama kızına ait eski bir telefon numarası var. Belki oradan
bilirlermiş.. “Bunların hepsi aptalca aslında” dedim
kendi kendime.. İçinde sadece 3 dolar ve 60 yıl önce
yazılmış bir mektup bulunan cüzdanın sahibini aramak
için bunca zahmete ne gerek var ki.. Aradım numarayı..

Bir kadın “Şimdi Hannah’nın kendisi bir huzurevinde”
dedi ve numarayı verdi. Hemen orayı çevirdim.. Ses;
“Evet, Hannah burada yaşıyor” dedi.. Saat ona geliyordu
ama hemen yola çıktım, Hannah’yı görmek için..
Devasa bir binanın üçüncü katında şirin bir oda.. Gümüş
saçlı, sıcak tebessümlü bir yaşlı kadın.. Gözlerinin içi ışıl
ışıl ama.. Anlattım olanları.. Cüzdanı ve mektubu gösterip..
Derin bir iç çekti mektuba bakarken ve “Genç adam” dedi,
“Bu mektup, Michael ile son kontağımdı.. Onu öyle
seviyorum ki.. Sean Connery gibi yakışıklıydı.. Hani şu
meşhur aktör.. Ama ben 16 yaşındaydım.. Çok küçüğüm
diye annem kesinlikle izin vermedi..” Derin bir nefes daha..
Michael Goldstein harika bir insandı. Eğer bulabilirseniz
ona söyleyin lütfen.. Onu hep düşündüm.. Hep..” Bir ufak
sessizlik.. Bir derin nefes daha..” Ve onu hep sevdim..”
İki damla yaş damladı elindeki mektuba, ıslanan gözlerden..
“Ve hiç evlenmedim.. Michael gibi birisini bulamadım ki..”
Hannah’ya teşekkür edip odadan çıktım.

Binadan çıkarken danışmada beni karşılayan kız
Hannah Hanım yardımcı olabildi mi size” dedi..” Hiç
değilse bunun sahibinin soyadını öğrendim” dedim..
Cüzdanı elimde sallayarak.. O sırada yanımda dikilip duran
hademe bağırdı..” Hey baksana.. Bu Bay Michael’ın
cüzdanı.. Üzerindeki bu kırmızı şeritten onu nerde
görsem tanırım.. Cüzdanını hep kaybederdi zaten..
Üç kere ben buldum, koridorlarda..

Michael sekizinci katta yaşıyordu.. Ok gibi fırladım
tekrar asansöre. Michael yatmamıştı. Okuma odasında
kitap okuyordu. Hemşire beni ve elimdeki cüzdanı gösterdi.
Michael elini arka cebine attı, hızla.. Sonra sevinçle “Evet
bu benim cüzdanım” dedi. “Öğleden sonraki yürüyüş
sırasında kaybetmiş olmalıyım. Size teşekkür borçluyum.”
“Hiçbir şey borçlu değilsiniz” dedim. “Ama özür dilerim.
İpucu bulmak için açtım ve içindeki mektubu okudum.”
“Mektubu mu okudun?” “Sadece okumakla kalmadım.
Hannah’yı da buldum..” “Buldun mu? Nerde? İyi mi?
Hala eskisi gibi güzel mi. Söyle, lütfen söyle..”
“Çok iyi.. Hem de harika” dedim, yavaşça.. “Bana onun
telefon numarasını ver. Yarın onu hemen arayacağım.”
Elime sımsıkı sarıldı.. “O benim tek aşkımdı.. Onu
öyle sevdim ki, asla evlenmedim.. Çünkü bu mektup
geldiğinde hayatım, anlamsal olarak bitmişti.”
“Bay Goldstein” dedim.. “Gelin benimle..”

Asansörle üçüncü kata indik.. Odanın kapısı açıktı.
Hannah sırtı kapıya dönük televizyon izliyordu..
Hemşire ona yaklaştı, omzuna dokundu.. “Hannah
dedi.. “Bu bay’ı tanıyor musun?” Gözlüklerini
ayarladı bir an baktı, tek kelime etmeden..
Michael” dedi, Michael, kapıda, kısık sesle..
Hannah.. Ben Michael.. Beni tanıdın mı?..”
Michael” diye yutkundu Hannah. “İnanmıyorum..
Bu sensin. Benim Michael’ım.” Michael
Hannah’ya doğru yürüdü yavaşça. Sarıldılar.
Hemşire yanıma geldiğinde onun da gözleri yaşlıydı..
“Gördün mü, bak?” dedim “Yaşamda, yaşanması
gereken her şey, er ya da geç, birgün kesinlikle yaşanacaktır.”

***
Üç hafta sonra beni huzurevinden aradılar.
Pazar günü bir nikah vardı.. Gelebilir miydim?

Harika bir nikah töreni idi. Hannah ve Michael
beni nikah şahidi yaptılar üstelik. Hannah açık
bej elbisesi içinde çok güzeldi.. Michael de
lacivert takımı içinde hala çok yakışıklı..
Bir nikah tanığı olarak söylüyorum bu gözlemlerimi…

Aşklarını onsekiz yaşın heyecanı ve duygusuyla yaşayan
76 yaşındaki gelin ile 79 yaşındaki damadın nikahında
keşke siz de bulunsaydınız… Altmış yıl önce bittiği
sanılan bir aşk öyküsünün, altmış yıl sonra, kaldığı
yerden nasıl filizlendiğine siz de tanık olacaktınız.

EVLİYA ÇELEBİ

Evliya Çelebi, 1640 yılında babasından habersiz Bursa’ya gider. Eve dönüşünde babası, ona birtakım öğütler verir. Bu parça “Seyahatname”den alınmıştır:
       O gün, üzüntü içindeki evimize varıp babam ile annemin mübarek ellerinden öptüm, huzurlarında el bağlayıp durduğumda aziz babam :
       -“Safa geldin, Bursa seyyahı! Safa geldin,” dedi.
       Halbuki ne tarafa gittiğimden kimsenin haberi yoktu. Babama :
       -“Sultanım, hakirin Bursa’da olduğunu nereden bildiniz?” dedim.
       Buyurdular ki :
       -“Sen, 1050 Muharrem’inin (Mayis 1640) Aşuresinde kaybolduğun mübarek gecede dua okudum. O gece rüyamda seni gördüm : Bursa’da Emir Sultan Hazretlerini ziyaretle seyahat rica edip ağlıyordun. O gece benden nice evliyalar rica edip seyahate gitmen için izin talep ettiler. Ben dahi o gece cümlenin rızasıyla sana izin verdim.” “Gel imdi oğul! Bundan sonra sana seyahat göründü. Allah mübarek eyleye! Ama sana bir nasihatim var.” Diye elimden yapışıp huzurunda diz çöktürdü, sağ eliyle sol kulağıma sıkıca yapışıp şu nasihatte bulundu :
       -“Oğul!.. İyi adını keme takma ve keme arkadaş olma, zararını çekersin. İleri yürü, geri kalma, alay bozma. Tarla basma. Dost malına göz dikme. Koymadığın yere el uzatma. İki kişi söyleşirken dinleme. Ekmekle tuz hakkını gözet. Davetsiz bir yere varma. Sır sakla. Bir mecliste dinlediğin sözleri sakla. Evden eve söz taşıma. Kimseyi kınama, çekiştirme. Haluk ol. Herkesle iyi geçin. Kimseye dil uzatma. Senden uluların önünden gitme. İhtiyarlara hürmet et. Daima temiz ol. Haram ve yasak olan şeylere karşı perhizkar ol. Arkadaşlık ettiğin vezirlere, vükelaya, ayana ve kibarlara varıp, her an, dünya için bir şey ricasında olma ki, senden nefret etmesinler, sana soğuk davranmasınlar. Eline giren malı israf etme. Kanaatle geçin. Sağlık ve hastalıkta lazım olur. Dünyalık akçayı yiyecek, içecek için muhafaza edip namerde muhtaç olma. Çünkü “Düşmana kalırsa kalsın, dosta muhtaç olma tek.” demişler.
       Cümle ziyaretgahları ve her diyarın konak yerlerinden olan çöl ve ovaları, yüksek dağları, ağaçları ve acayip kayaları, ibretle seyredilecek eserlerini, kalelerini, ulularını yazarak “Seyahatname” namıyla bir tomar telif eyle. Sonun ve akıbetin hayrola, öğütlerimi kulağına küpe yap,” deyip enseme pehlivanca bir sille vurdu, kulağımı burup “Yürü, akıbetin hayrola!” dedi.

MEN DEKKA DUKKA

Portekiz’de 27 yaşındaki Sophie Lagoa ismindeki bir kadın sürücü, sarhoş bir vaziyette araba kullandığı gerekçesiyle trafik polisleri tarafından yakalanarak mahkemeye sevk edilir.

        Kadın, oldukça ağır olan bu trafik cezasından kurtulabilmek için sahasında çok iyi bir avukat olan Eduardo Borja ile anlaşır. Avukat, bütün meslekî marifetlerini kullanarak bayan Sophie’yı ceza almaktan kurtarır.

        Başına gelen musibetten ders alıp uslanmayan Sophie Lagoa, beraatini kutlamak için bir bara gidip sarhoş oluncaya kadar içer. Daha sonra da yine sarhoş vaziyette direksiyonun başına geçer.

        Ve o sarhoş kafayla yolda giderken bir vatandaşa çarparak onu yirmi metre kadar arabasıyla sürükler. Perişan vaziyette hastaneye kaldırılan adam bütün müdahalelere rağmen kurtarılamayarak ölür.

        Bayan Sophie Lagoa, hapishanenin yolunu tuttuktan günler sonra, arabasıyla çarparak ölümüne sebep olduğu adamın, kendisini sarhoş araba kullandığı gerekçesiyle ceza almaktan kurtaran avukat Eduardo Borja olduğunu öğrenecektir.

KÜÇÜK LİMON AĞACI

Zengin bir iş adamının bahçesinde, yan yana dikilen iki limon ağacı vardı. Mayıs ayı sonlarında açan limon çiçekleri, bütün bahçenin havasını bir anda değiştirir ve apartmanlara hapsedilmiş insanlara baharın geldiğini müjdelerdi. Ancak limon ağaçlarından biri, diğerinden  cılız ve şekilsizdi. Bu yüzden büyük ağaç her fırsatta onu küçümser ve tepeden bakardı. Ev sahibi de küçük boylu limon ağacından ümit kesmiş görünüyordu. Ona göre ağaç, bu gidişle kuruyup ölecekti. Bu yüzden de onu fazla sulamaz ve bakımını yapmayı pek istemezdi.
        Günün birinde esen sert bir poyraz, karlı dağların yamaçlarındaki bir grup çiçek tohumunu iş adamının bahçesine uçurdu. Fakat bahçenin her tarafı parsellenmiş, sadece limon ağaçlarının altında yer kalmıştı. Bir an önce filizlenmek zorunda olan tohumlar, limon ağaçlarının yanına gelerek onların altında yeşermek için izin istedi. 
        Büyük ağaç, iyice kasılarak:
        —Böyle bir şey asla mümkün olamaz, diye atıldı. Bizler kuru kalmayı pek sevmeyiz. Eğer dibimde çoğalırsanız, suyu emip beni kurutursunuz.
        Aslında büyük ağacın çekindiği başka bir şey daha vardı. Çiçekler rengarenk açtıklarında, limon ağacının sarıya çalan beyaz çiçekleri sönük kalacak ve bahçe sahibinin gözündeki değeri azalabilecekti. Oysa ki ağacın, kendinden güzel olanlara hiç mi hiç tahammülü yoktu.
        Küçük ağaç, uzun boylu arkadaşının tohumlara verdiği cevabı beğenmemişti. Çünkü o, kendisine hayat verenin, o hayat için gerekli olan suyu da vereceğini çok iyi biliyordu. Bu yüzden, aklına bile gelmiyordu susuzluk.
        Tohumların teklifini kabul ederken: 
        —Sizlerle birlikte olmak, bana mutluluk verir, dedi. Böylelikle yalnızlık da çekmeyiz.    
        Büyük ağaç bu işten hoşlanmamıştı. Fakat küçük olanı:
        —Güzel yaratılanlardan kimseye zarar gelmez, diye tekrarlıyordu. Güzellerden güzellikler doğar sadece.            
        Küçük limon ağacı altında filizlenen tohumlar, bir kaç hafta içinde cennet çiçekleri gibi açıp bütün bahçenin göz bebeği haline geldi. Bu arada ağaç, elinden geldiği kadar kendilerine yardımcı olmaya çalışıyor ve çiçeklerin sevdiği yarı güneşli ortamı sağlamak için, eski yapraklarını döküyordu.         
        Çiçekler, kısa bir süre sonra mis gibi kokular yaymaya başladı. Bahçe sahibi, o ana kadar hiç duymadığı bu kokunun nereden geldiğini araştırdığında, davetsiz misafirleri bularak hayrete düştü. Adam, ancak rüyalarında görebildiği bu çiçeklerin güzelliğini devam ettirebilmek için sabahları artık daha erken kalkıyor ve onları en kaliteli gübrelerle besleyip bol bol suluyordu. Küçük limon ağacı, köklerinin en ince ayrıntılarına kadar ulaşan bu suları çiçeklerle birlikte içiyor ve büyük bir hızla serpilip büyüyordu.  
        Çiçekleri sevgiyle kucaklayan ağaç, ertesi bahara kalmadan o civarın en büyük ağacı haline geldi ve birbirinden güzel kelebeklerin ziyaret yeri oldu. Daha sonra da kendi çiçeklerini açarak bahçenin güzelliğine güzellik kattı.
        Şimdi küçük ve yalnız kalmış olan limon ağacı ise, komşusuna duyduğu kıskançlıkla için için kuruyordu.

HER ADIMA MÜKAFAT

Efendimiz (S.A.V) Hz.Osman tarafından verilen bir yemeğe katılmış, zengin ve varlıklı bir sahabî olan Hz.Osman da, Peygamberimizin bu yemeğe gelene kadar attığı adım başına bir köle azâd ederek duyduğu memnuniyeti belirtmişti.
         Aynı günlerde Peygamberimizi yemeğe davet etmek, Hz.Ali (R.A.) Efendimizin de içinden geçmiş, fakat bu cesaret sembolü sahabî, fakirliğinden duyduğu endişe sebebiyle, ilk ve son defa bir şeye cesaret edemeyip yemek vermekten vazgeçmiştir.
         Peygamber kızı Hz.Fâtma, Hz.Ali Efendimizdeki durgunluğu anlamakta gecikmedi ve “Elimizde ne varsa onu ikram ederiz” diyerek, kendisini ikna etti. Bunun üzerine Hz.Ali, sırf Allah rızası için vereceği yemeğe davet etmek üzere Peygamberimize koştu. Davet, memnuniyetle kabul edilmişti.
         Ertesi akşam Hz.Ali’nin evine doğru yola çıkan Efendimizin yürüyüşünde, âniden bir değişiklik göze çarptı. Kâinatın yaradılış sebebi olan Peygamberler Peygamberi âdetâ bir karış genişliğinde adımlar atıyor ve yolun bitmesini istemiyordu. Bu hâl, Hz. Ali Efendimizin evine varana kadar devam etti.
         Sahabeler, bunun sebebini sorduğunda, Peygamberimiz şu cevabı verdi:
         Yemek için yola çıktığım anda, Cebrail (A.S) gelerek “Ya Resulûllah, Cenab’ı Hak sadece kendi rızası için verilen bu davetten o kadar memnun kaldı ki, atacağınız her adım için ümmetinizden yüz bin kişiyi cehennemden azâd edeceğim, buyurdu” dedi. İşte bunun için adımlarımı sıklaştırdım.

AĞIR YÜKE TALİP OLAN

Bir gün Azizan Hazretlerine, hatırı sayılır bir zat misafir geliyor. Fakat evde hazır yemek yok… Azizan Hazretleri üzülüyorlar. Evlerinin kapısına çıkıyorlar. O sırada, paça satan bir genç, elinde bir çömlekle geliyor. Çömlekte donmuş paça var…
         Genç:
         -Bu yemeği sizin ve yakınlarınız için hazırladım. Kabul buyurursanız beni mesut edersiniz’ diyor.
         Azizan Hazretleri bu nazik anda gelen yemekten son derece hoşnut kalıyorlar ve gence iltifat ediyorlar. Gelen yemekle misafir ağırlanıyor. Misafir gidince Şeyh Hazretleri paça satan genci çağırtıp:
         -Senin getirdiğin bu yemek, sıkıntılı bir ânımızda imdada yetişti. Sen de şimdi bizden ne muradın varsa iste ki, Allah dileğini verse gerektir.
         Genç:
         -Aynen senin gibi olmak isterim’ diyor.
         Bu çok güç bir şey… Üzerimizdeki yük senin omuzlarına çökecek olursa ezilirsin! Cevabını veriyor Azizan Hazretleri…
         Fakat genç yana yakıla ısrar ediyor:
         -Benim âlemde tek muradım bu… Tıpkı tıpkısına senin gibi olmak… Başka hiç bir şey beni teselli edemez. Başka emel tanımıyorum!
         -Peki, diyor, Azizan Hazretleri; öyle olsun!
         Ve genci elinden tuttuğu gibi halvet odasına çekiyor. Orada nazarlarını gence mıhlayıp kalpleriyle kalbine yöneliyorlar. Biraz sonra gençte bir değişiklik başlıyor. Genç hem zahirde ve hem batında Azizan Hazretlerinin ayı olarak meydana çıkmaya başlıyor. Bu hal tam 40 gün devam ediyor ve 40’ıncı gün genç girdiği yükün ağırlığında bekâ âlemine göçüyor. Fakat muradına ermiş ve ebedi saadete erişmiştir. 

BÖYLE BİR SEVMEK

ne kadınlar sevdim zaten yoktular
yağmur giyerlerdi sonbaharla bir
azıcık okşasam sanki çocuktular
bıraksam korkudan gözleri sislenir
ne kadınlar sevdim zaten yoktular
böyle bir sevmek görülmemiştir

hayır sanmayın ki beni unuttular
hâlâ arasıra mektupları gelir
gerçek değildiler birer umuttular
eski bir şarkı belki bir şiir
ne kadınlar sevdim zaten yoktular
böyle bir sevmek görülmemiştir

yalnızlıklarımda elimden tuttular
uzak fısıltıları içimi ürpertir
sanki gökyüzünde bir buluttular
nereye kayboldular şimdi kimbilir
ne kadınlar sevdim zaten yoktular
böyle bir sevmek görülmemiştir

STEVE JOBS ÖLMÜŞ DİYELER

Steve Jobs sizlere ömür. Ölüm her gün binlerce insanın başına gelen bir hadise de niyeyse bazı insanların başına gelince daha bir etkili oluyor. Dünya karşısında başarılı olmuş, çok başarılı olmuş bir örnek Steve Jobs. Lakin ölüm hiç kimseyi ayırt etmiyor. Bu zenginmiş bu fakirmiş demiyor. Bu meşhurmuş bu sıradanmış demiyor. Bu başarılı bu başarısız da demiyor. Ölüm çok adil. Bir gün benim, senin, bizim, herkesin başına geleceği gibi herkesin başına gelmeye devam ediyor. Steve Jobs için bir “exception” yapmıyor. Ne kadar ilginç değil mi. Kimbilir nasıl bir insandı Jobs? Kişiliği, karakteri nasıldı? Hiç bir fikrim yok. İnşallah iyidir. Bildiğim şu ki artık dünyayla hiçbir bağı kalmış değil. Cenaze töreninin nasıl olacağından bahsedemez kimseye. Parasının ne yapılacağını anlatamaz. Apple ne olacak diyemez. Ipod’a, Iphone’a, Ipad’e yorum getiremez. Allah hepimize hayırlı ölümler nasip etsin diyeceğim. Nasıl oluyorsa hayırlı ölmek işte öyle.

PİLAVCI BABA

Yahya baba, II. Bâyezîd Hân zamanında, Edirne Bâyezid Külliyesi’nin aşçılarından biridir.. Arkadaşları hoşaf, kebap sebze, bakliyat pişirir. Ama onun ihtisası pilavdır. Mübârek işe girişti mi, ibadet ettiğini sanırsınız. Pirinçleri salavat getire getire ayıklar, yağını tekbirlerle eritir. Tuzunu Besmele ile, suyunu Fatihalarla salar. Zaman zaman gözünü yumar, enbiyayı, evliyayı aracı yapar, Allah’tan bereket arzular.
Onun pilavı herkese yeter, hatta artar. Ancak o tek pirinç tanesine bile kıyamaz; artanı Tuna nehrine atar. Balıklar onun geleceği saati bilir, köprü başında toplanırlar.
Kilerci, bakar pilav artıyor; pirinci aşçıya az vermeye başlar. Ama Yahya Baba bir kere bile “Bu pirinç yeter mi?” demez. Kilerci şaşkındır. Her gün pirinç miktarını biraz daha kısar ama pilav azalmaz, aksine çoğalır. Yine herkes doyar, Tuna’nın balıkları bile nasibini alırlar. Kilerci, bunu izah edecek tek kelime bilir: “Bu bir keramet!”
Çok dener ve emin olunca Pâdişaha çıkar. “Bu Yahya Baba boş değil sultanım der, halbuki biz ona amele muamelesi yapıyoruz.”
Bâyeziîd-i Velî gönül ehlidir ve aşçı ile tanışmak ister. Kilerci ile bir plan yaparlar. O gün Yahya Baba’ya çok az, hatta gülünç denilecek kadar az pirinç verilir. O her zamanki gibi okur, âlemlerin Rabbi’nden Halil İbrahim bereketi diler. Pilavı çok lezzetli olur, üstelik kazanlara sığmaz. Yahya Baba artanları yine yüklenir, Tuna’nın yolunu tutar. Tam kepçeyi daldırıp balıklara atarken Padişah ortaya çıkar.
“Ne oluyor bre der. Yoksa devlet malını israf mı edersin?”
Yahya Baba tutulur kalır. Ancak balıklar kafalarını sudan çıkarıp;
“Ayıp olmuyor mu sultanım derler. Koca devletin artığını bize çok mu görüyorsun?”
Yahya Baba öylesine mahcup olur ki, anlatılamaz. Utancından secdeye kapanır, Allah’a sığınır. Bâyezîd-i Velî onun kalkmasını bekler, ama geçmiş ola….
Mübarek çoktan rûhunu teslim edip kavuşmuştur rahmet-i Rahmana 

GİDERSEN YIKILIR BU KENT

Gidersen yıkılır bu kent, kuşlar da gider
bir nehir gibi susarım yüzünün deltasında
Yanlış adreslerdeydik, kimliksizdik belki
sarışın bir şaşkınlık olurdu bütün ışıklar
Biz mi yalnızdık, durmadan yağmur yağardı
üşür müydük nar çiçekleri ürperirken

Gidersen kim sular fesleğenleri
kuşlar nereye sığınır akşam olunca

Sessizliği dinliyorum şimdi ve soluğunu
sustuğun yerde birşeyler kırılıyor
bekleyiş diyorum caddelere, dalıp gidiyorsun
adını yazıyorum bütün otobüs duraklarına
öpüştüğümüz her yer adınla anılıyor
bir de seni ekliyorum susuşlarıma
Selamsız saygısız yürüyelim sokakları
belki bizimle ışıklanır bütün varoşlar
geriye mapusaneler kalır, paslı soğuklar
adını bilmediğimiz dostlar kalır yalnız
yüreğimize alırız onları, ısıtırız
gardiyan olmayız kendi ömrümüze her akşam
Gidersen kar yağar avuçlarıma, üşürsün
bir ceylan sessizliği olur burada aşklar
Fiyakalı ışıklar yanıyor reklam panolarında
durmadan çoğalıyor faili meçhul cinayetler
ve ölü kuşlar satılıyor bütün çiçekçilerde
menekşeler nergisler yerine kuş ölüleri
bir su sesi bir fesleğen kokusu şimdi uzak
yangınları anımsatıyor genç ölülere artık
Bulvar kahvelerinde arabesk bir duman
sis ve intihar çöküyor bütün birahanelere
bu kentin künyesi bellidir artık ve susuşun
isyan olur milyon kere, hiç bilmez miyim
sokul yanıma sen, ellerin sımsıcak kalsın
devriyeler basıyor karartılmış evleri yine
Gidersen yıkılır bu kent kuşlar da ölür
bir tufan olurum sustuğun her yerde

VEYSEL KARANİ

Veysel Karani, aşkı Resulullah ile yanıp tutuşmuştur. Tek emeli, biricik gayesi Resulullah’ın mübarek cemalini görmekti. Bu aşk ile günler gelip geçiyordu. Bir gün annesine:
– Anneciğim! Eğer müsaade edersen gidip sevgili Peygamberimizin mübarek yüzünü göreyim. Gidip Medine’de ziyaret edeyim, dedi.
Veysel Karani’nin anası uzun uzun düşündü.
Sonra:
– Bir şartla izin veririm. Resulullah’ı hane-i saadetlerinde (mübarek evinde) ziyaret edeceksin. Başka yerde değil, dedi.
Aşık-ı Resul olan Veysel Karani anam izin verdi diye sevinç içinde Medine yoluna düştü. Günlerce yolculuktan sonra Medine’ye ulaştı. Peygamberimizin evini sordu. Gösterdiler. Hane-i Saadetin kapısını çaldı. İçeriden Hz. Aişe validemiz:
– Kim o? diye seslendi. Veysel Karani:
– Benim, ben, Veysel, Yemen’in Karan köyünden geldim. Resulullahı ziyaret için geldim dedi. Hz. Aişe validemiz:
Resulü Ekrem mescide gitti. Hemen oracıkta görebilirsin dedi. Veysel Karani:
– Ah! dedi. Gidemem, anamın izni buraya kadar  dedi.
Hz. Aişe (R.A.) validemiz:
– Ey Allah’ın kulu! Kimsin sen? dedi. Veysel:
– Adım Veysel’dir. Yemen’in Karan Köyündenim. Çobanlık yaparım. Sevgili Efendimizi ziyaret için buraya kadar anacığımdan izin almıştım. Demek ki görmek nasip değilmiş diyerek gerisin geriye döndü.
Resulullah, mescidden döndüklerinde:
Ya Aişe! Buraya Üveys (Veysel) mi geldi?
Onun beni bu dünyada görmesi nasip olmayacak. Allah onu imtihan ediyor. Annesine olan itaatının derecesini ölçüyor, dedi.
Veysel Karani anasına geldi, olanları derin bir ah çekerek anlattı. Üzüntü ve kederinden sararıp solmuştu. Anası:
– Üzülme oğlum, üzülme  dedi. Sen beni memnun ettin ya, Allah’ta seni memnun edecek. Sevgili Efendimizi öbür dünyada göreceksin dedi.

TEK KOLLU KARATECİ

Japon çocuğun tek hayali çok ünlü bir karateci olmaktı. Fakat ailesi buna izin vermezdi. Bir gün talihsiz bir kaza sonucu çocuk sol kolunu kaybetti.
        Ailesi çocuğun moralinin çok kötü olduğunu görünce ona bir karate hocası tuttu. Hoca ilk dersinde çocuğa karsısındakini sağ koluyla tutup üstünden savurmayı gösterdi. Hatta ikinci, üçüncü ve sonraki bütün derslerde hep aynı hareketi yapıyorlardı.
        Çocuk bir gün hocasına “hocam ben çok sıkıldım, artık başka hareketlere geçsek” dedi. Hoca ise bunu kabul etmeyerek dünyada bu işi en hızlı yapan kişi olmadıkça bitirmeyeceğini söyledi. Çocuk o kadar hızlanmıştı ki, hocasını bile göz açıp kapayıncaya kadar yerden yere vuruyordu. Bir gün hoca elinde bir kağıtla geldi kağıtta çocuğun gençler karate şampiyonasına katılabileceği yazıyordu.
Çocuk çok şaşırdı. Ertesi gün salonda ilk rakibinin karşısına çıkacakken heyecanla hocasına sordu, “hocam bu iş nasıl olur? Ben sadece tek hareket biliyorum kesin kaybederim” Hocası ise “sen sadece hareketi yap” cevabını verdi.
        Çocuk ringe çıktı ve hareketiyle rakibini eledi. Hatta tek hareketle finale kadar çıktı. Finalde karşısında kendisinin iki katı birisi vardı. Önce çok korktu ama gene bildiği hareketi yaparak son rakibini de yendi ve şampiyon oldu.
        Sevinçle hocasının yanına koştu ve sordu “hocam nasıl olur anlamıyorum, sadece bir hareket biliyorum, tek kolluyum ve şampiyon oldum” Hocası çocuğa baktı ve dedi ki, “senin yaptığın hareket karatedeki en zor hareketlerden biridir.
       
        Ve bir tek savunması vardır o da, rakibin sol kolunu tutmak”.

ANA SÖZÜ

Bir kadının bir oğlu vardı, oğlundan başka kimsesi de yoktu. Bütün günlerini onunla geçirir, varı yoğu oğluna en ufak bir zarar gelmesini istemezdi. Kadının bu oğlu bir gün tutturdu, illa da hacca gideceğim diyor başka bir şey demiyordu.
         Annesi ağlamaya başladı. Çünkü oğlunun yanından ayrılmasına tahammül edemeyeceği gibi o gittiği taktirde yapayalnız kalacak ve kimsesizlikten belki de perişan olacaktı.
         – Oğlum, Mekke dediğin şurası değil ki, ne zaman gidip geleceksin Sen gittikten sonra ben ne yapacağım, etme eyleme, diye yalvardıysa da oğlu kararında ısrar etti ve hacca gitmek üzere yola çıktı ama, ananın da yüreği yanık kaldı.
         Yalnız kalan anne üzgün bir kalple dua şöyle etti:
         – Ya rabbi, oğlumun ayrılığına dayanamayacağım… Söz dinletemedim, onu bir ikaz et de geri dönsün.
         Oğul ananın bu yakarışlarından habersiz olarak yoluna devam ediyordu. Bir gece bir şehirde konaklamak için kalmaya karar verip kapısı açık olan bir mescide girdi. O şehirde de azgın bir hırsız evlere dadanmış, ne bulursa çalıyor, fakat hırsız bir türlü yakalanamıyordu. O gece gene hırsız bir eve girip mal çalmış ve kaçmıştı. Hırsızı takip etmeye başladılar, hırsız kaçıyor takipçiler onu kovalıyorlardı. Derken hırsızın izini kaybettiler. Takipçiler buraya girmiş olabilir diye camiye daldılar. Baktılar ki orada bir adam var. Olsa olsa budur diyerek adamı yaka-paça reisin huzuruna çıkardılar. Çünkü her gün hırsızlık vukuu bulduğu halde yakalayamıyorlardı. Bu sefer tamam dediler, bu şehri kasıp kavuran hırsız budur. Hırsızın gözünün oyulmasına karar verdi mahkeme. Gözlerini oyup bir merkep üzerine gezdirmeye başladılar. Hırsız ( yani anasının sözünü dinlemeyen ve hırsız zannıyla yakalanan genci) gezdiren tellal şehir halkına teşhir ediyor ve:
         – Ey ahali işte sizin canınızı yakan, malınızı çalan hırsız nihayet yakalanmıştır; bundan sonra rahat edeceksiniz, diye bağırdıkça, genç, tellala şöyle bağırmasını rica ediyordu:
         – Ey ahali işte anasının sözünü dinlemeyip de illa ben hacca gideceğim diye yola çıkanın hali budur, diye bağır diyordu ama derdini ta baştan kimseye anlatamamıştı ki, tellala anlatsındı.
         Bütün şehri dolaştırdıktan sonra genci şehrin dışında bir yol kenarına attılar. Oradan geçenler genci memleketine getirdiler, evini bulmasını temin ettiler.
         Genç adamcağız kendi evlerinin kapısına gelince;”Hu'” diye seslendi. Tabii ki aradan hayli zaman geçtiği için saçı sakalı uzamış, üstü başı yırtılmıştı. Kapıyı açan yaşlı kadın oğlunu tanıyamadı. Bilmiyordu ki kapıya dilenci halinde gelen arkasından “Ya Rabbi oğlumu azarla da geri dönsün” diye yalvardığı kendi oğluydu.
         -Sapa sağlam adamsın… Dileneceğine çalışıp da kazansana! dedi.
         Genç:
         – Çalışamam gözlerim kör, deyince yaşlı kadın :
         – Ne oldu gözlerine? Diye sordu.
         Genç:
         – Ne olacak, annemin hatırını kırdım sözünü dinlemedim. Allah da benim gözlerimi aldı, diye cevap verince, kadın anladı karşısındakinin oğlu olduğunu, başladı hüngür hüngür ağlamaya…
         – Ey Allah’ım! Duam ağır olmuş, ben onun gözlerinin kör olması için dua etmemiştim, diye Allah’a yalvarmaya başladı.
         Kadına gelen ilahi bir ses:
         – Onun suçuna karşılık biz sadece gözlerini kör ettik, aslında anaya asi olanın cezası daha ağırdır. O buna şükretsin, diyordu.
         Kadının oğlu dönüp gelmişti ama gözleri kör olduğu için hiç bir iş yapamıyordu. Kadın çok dua etti Allah’a … Allah’ın iyi bir kulu imiş ki, duası kabul olunarak gencin gözlerini Cenab-ı Allah iade etti… 

ÖĞRENMENİN YAŞI YOK

Çok geç diye bir zaman yoktur!..
Okulun ilk günü, ilk derste profesörümüz, önce kendini tanıttı, sonra;
"Bu yıl, yepyeni bir öğrencimiz var. Çok ilginç biri bakalım bulabilecek misiniz" dedi.. Ayağa kalkıp etrafa bakmaya başlamıştım ki, yumuşak bir el omzuma dokundu.. Döndüm.. Yüzü iyice kırışmış bir yaşlı hanımefendi, bana gülümseyerek bakıyordu..
"Ben Rose" dedi..
"Benim adım Rose, yakışıklı.. 87 yaşındayım. Madem tanıştık seni kucaklayabilir miyim?.
"Güldüm.. "Tabii" dedim..
"Hadi sarıl bana.."
        Öyle sımsıkı sarıldı ki "Bu kadar genç ve masum yaşta üniversiteye niye geldin" diye şaka yaptım..       Minik bir kahkaha ile yanıtladı: "Buraya zengin bir koca bulmaya geldim. Evlenip birkaç çocuk doğuracağım. Sonra emekli olup dünya turuna çıkacağım.."
Dersten sonra kantine gidip, birer sütlü çikolata içtik. Hemen arkadaş olmuştuk. Ertesi gün ve ertesi üç ay, sınıftan hep birlikte çıktık ve hep kantinde lafladık.. Öyle akıllı ve öyle deneyimliydi ki, onu dinlemekle, derslerden daha çok şey öğrendiğimi hissediyordum. Sömestre boyunca Rose kampüsün gülü oldu. Nereye gitse etrafı çevriliyor, çok çabuk arkadaş ediniyordu. iyi giyinmeyi seviyor, diğer öğrencilerin ilgisini çekmeye bayılıyordu. Rose hayatını yaşıyordu..
Hepimizden daha canlı, daha dolu yaşıyordu.. Sömestre sonunda, Futbol balosuna davet ettik, Rose'u.. Konuşma yapması için.. Orada bize verdiği dersi unutmama imkan yok.. Konuşmasını önceden hazırlamış ve bir yığın karta kocaman kocaman yazmıştı. Elinde bu deste ile kürsüye yürürken, kartları elinden düşürdü. Konuşma darmadağın olmuştu. şaşkın, biraz da utanmış mikrofona doğru eğildi..
"Ne kadar beceriksizim, değil mi?.. Özür dilerim.. Buraya gelmeden önce heyecanım yatışsın diye bir duble viski attırdım. Sonucu görüyorsunuz.. şimdi bu kartları toplasam bile onları yeniden sıraya koymam mümkün değil.. Onun için en iyisi ben size aklımda kalanları söyleyeyim, olur mu?.." Biz kahkahalarla gülerken, o bardaktan bir yudum su aldı ve konuşmasına başladı: "Yaşandığımız için, evlenmekten, oynamaktan, yaşamaktan vazgeçmeyiz.. Evlenmek, oynamak ve yaşamaktan vazgeçtiğimiz için yaşlanırız. Genç kalmanın mutlu olmanın ve başarıya ulaşmanın sadece dört sırrı vardır.. Her gün gülmek ve yaşama katacak mizah bulmak.. Bir rüyanız olmalı mutlak.. Rüyalarınızı kaybettiniz mi, ölürsünüz.
Etrafımızda dolaşan pek çok kişi aslında ölü ve bundan kendilerinin bile haberi yok.. Yaşlanmakla, büyümek arasında çok büyük bir fark vardır.. Eğer 19 yaşındaysanız ve bir yıl hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey üretmeden bir yıl sırtüstü yatarsanız, sadece bir yaş yaşlanır, 20 olursunuz.. Ben 87 yaşındayım ve ben de bir yıl hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey üretmeden sırtüstü yatarsam, 88 yaşımda olurum. Herkes bir yılda bir yaş yaşlanır.
Bunun için özel bir yetenek ya da bilgiye ihtiyaç yoktur. Oysa bir yaş daha büyümek için, mutlak bir şeyler yapmak, üretmek, kendini geliştirecek fırsatları bulmak ve kullanmak gerekir. Asla pişman olmayın.. Biz yaşlılar, genelde yaptıklarımızdan değil, yapmadıklarımızdan pişman oluruz çünkü..
Ölümden korkan insanlar, pişman olanlardır.. Pişman olmaktan korktukları için hiçbir şey yapmayanlardır.."
Ders yılı sonunda Rose, yıllarca önce başlayıp, yaşam mücadelesi içinde  ara vermek zorunda kaldığı üniversiteyi derece ile bitirdi..
Mezuniyet töreninden bir hafta sonra, uykusunda, huzur içinde öldü.
Cenaze törenine 2 binden fazla üniversite öğrencisi katıldı.
"Yapabileceğimiz her şeyi yapmak için asla geç olmayacağını" hepimize hem de nasıl öğreten bu muhteşem kadının anısına layık bir törendi bu.. Rose'un öğretisi aslında dünyanın bütün üniversitelerinde zorunlu ders olmalıydı:
"Çok geç diye bir zaman yoktur!.."

ALLAH KORKUSU

Zamanın birinde İsrailoğullarından biri vardı, adam kendini ibadete vermişti. Çoluk çocuk sahibiydi. Günün birinde ailece aç kalırlar. Tamamen çaresiz kaldığı için yiyecek bir şeyler bulup getirsin diye karısını dışarıya gönderir.
         Kadın bir tüccarın evine varır, çoluk çocuğuna yedirecek bir şeyler ister. Tüccar, kadına “olur, fakat önce bana kendini teslim et” diye teklif eder. Kadın hiç cevap vermeden çıkar, evine döner. Yavrularını “Anneciğim! Açlıktan öleceğiz, bize yiyecek bir şeyler ver” diye feryat eder durumda bulur.
Geri çıkarak tekrar tüccarın yanına varır, yavrularının acıklı durumunu anlatır. Tüccar “İstediğim olacak mı?” diye sorar. Kadın “Evet” der.
İkisi baş başa kalınca kadın öyle bir titremeye başlar ki, azaları yerlerinden çıkacak gibi olur. Tüccar “ne oluyor sana?” diye sorar. Kadın “Allah’tan korkuyorum” diye cevap verir.
Aldığı cevap üzerine kendine gelen adam “Sen şu sıkışık durumuna rağmen bu günahtan dolayı Allah’tan korkuyorsun, oysa asıl benim korkmam gerekir” diyerek yapacağı işten vazgeçer. İstediklerini vererek kadını gönderir. Kadın kucağındaki yiyecekler ile yavrularına döner. Çocukların sevinci sonsuzdur.
Bu sırada ulu Allah’tan tüccar hakkında Hz. Musa’ya (A.S.) vahiy gelir. Allah “Falan oğlu filana bütün günahlarını affettiğimi söyle” diye bildirir.
Bunun üzerine Hz. Musa (A.S.) tüccarı bulur, ona “Mutlaka Allah ile aranızda sır kalan bir hayır işlemiş olmalısın” der. O zaman tüccar kendisine yoksul kadınla arasında geçenleri anlatır. Hz. Musa (A.S.) ” İşte bu yüzden Allah, geçmiş bütün günahlarını bağışladı” diyerek tüccara müjdeyi verir.

YAĞMUR KAÇAĞI

elimden tut yoksa düşeceğim
yoksa bir bir yıldızlar düşecek
eğer şairsem beni tanırsan
yağmurdan korktuğumu bilirsen
gözlerim aklına gelirse
elimden tut yoksa düşeceğim
yağmur beni götürecek yoksa beni

geceleri bir çarpıntı duyarsan
telâş telâş yağmurdan kaçıyorum
sarayburnu’ndan geçiyorum
akşamsa eylül’se ıslanmışsam
beni görsen belki anlayamazsın
içlenir gizli gizli ağlarsın
eğer ben yalnızsam yanılmışsam
elimden tut yoksa düşeceğim
yağmur beni götürecek yoksa beni

HİKMETİNDEN SUAL ETME

Adamın biri, pislik böceği görür ve: “Bu yaradılışı çirkin pis kokulu bir yaratıktır. Allah bunu niçin yaratmış ki?” der.
         Daha sonraki günlerde adamın yüzünde bir çıban çıkar. Çok doktorlara başvurmasına rağmen tedavisi için bir sonuç alamaz. Artık çıban yara haline gelmişti ki, sokaktan geçen bir adamın bağırtısı üzerine adam çağırtılır ve yaraya bakması istenir. Adam bir pislik böceğinin getirtilmesini ister. Orada bulunanlar adamın isteğine gülerler. Fakat hasta olan adam, o böcek hakkında söylediği sözleri hatırlar ve der ki;
         – Adamın isteğini yerine getirin, o doğruyu biliyor. der.
         Daha sonra gelen böceği yakan adam, onun külünden yaranın üzerine serper ve yara Allah’ın hikmetiyle iyileşir. Bunun üzerine hasta olan adam etrafına der ki;
         – İyi biliniz ki, Allah’u Teala, mahlukatının en adi ve yaramazı olanında bile, en iyi deva bulunduğunu bana bildirmek murad buyurdu. Allah Hakim’dir, Habir’dir.

HUZUR NEREDE?

Bir gün bir kral ama halkı tarafından sevilen bir kral, huzuru en güzel resmedecek sanatçıya büyük bir ödül vereceğini ilan eder.
   
        Yarışmaya çok sayıda sanatçı katılır. Günlerce çalışırlar birbirinden güzel resimler yaparlar.
   
        Sonunda eserleri saraya teslim ederler. Tablolara bakan kral sadece ikisinden hoşlanır. Ama birinciyi seçmesi için karar vermesi gereklidir.
   
        Resimlerden birisinde sükunetli bir göl vardır. Göl bir ayna gibi etrafında yükselen dağların görüntüsünü yansıtmaktadır. Üst tarafta pamuk beyazı bulutlar gökyüzünü süslüyorlardı.
   
        Resme kim baktı ise onun mükemmel bir huzur resmi olduğunu düşünüyordu.
   
        Diğer resimde de dağlar vardı. Ama engebeli ve çıplak dağlar. Üst tarafta öfkeli bir gökyüzünden yağmurlar boşanıyor ve şimşek çakıyordu. Dağın eteklerinde ise köpüklü bir şelale çağıldıyordu. Kısaca resim hiç de huzurlu gözükmüyordu.
   
        Fakat kral resme bakınca, şelalenin ardında kayalıklardaki çatlaktan çıkan mini minnacık bir çalılık gördü. Çalılığın üstünde ise anne bir kuşun örttüğü bir kuş yuvası görünüyordu.
   
        Sertçe akan suyun orta yerinde anne kuş yuvasını kuruyordu.
   
        …harika bir huzur ve sükun örneği.
   
        Ödülü kim kazandı dersiniz.
   
        Tabi ki ikinci resim. Kralın açıklaması şöyle idi:
        -Huzur hiçbir gürültünün sıkıntının ya da zorluğun bulunmaması ve sıkıntının olmadığı yer demek değildir. Huzur bütün bunların içinde bile yüreğimizin sükun bulabilmesidir.

ALLAH İSTEMEDİKÇE

Zünnu-i Mısri’nin şöyle dediği rivayet edilmiştir :

         Bir gün elbiselerimi yıkamak için Nil nehrinin kenarına gitmiştim. Nehrin kenarında dururken, bir de baktım ki, görülmemiş şekilde büyük bir akrep bana doğru geliyor. Çok korkmuştum. Beni onun şerrinden koruması için CenabHak’ka sığındım. Akrep nehre geldiğinde, sudan büyük bir kurbağa çıkıp akrebe doğru geldi. Akrep kurbağanın sırtına binip suyun üzerinde yüzüp gittiler. Bu bana çok şaşırtıcı gelmişti. Ben de onların nehrin kenarında takip ettim. Nehrin karşı yakasına geçtiklerinde, akrep kurbağayı bırakıp dalları büyük, gölgesi çok olan bir ağacın yanına gitti.
         Bir de baktım ki, ağacın altında Allah’a asi bir genç mışıl mışıl uyuyor. Kendi kendime: “La ha’vle vela kuvvete illa billah. Bu akrep nehrin ötesinden buraya kadar, bu genci sokmak için geldi” dedim ve içimden, akrep gence yaklaştığı zaman hemen akrebi öldürmeğe karar verdim. Akrebe yakın bir yerde durdum. Bir de baktım ki karşıdan büyük bir yılan, genci öldürmek için, gence doğru geliyor. Bu sırada akrep yılanın üzerine hücum etti ve başını sokmaya başladı. Akrep yılanın ölmesine kadar başını sokmaya devam etti. Yılan öldükten sonra akrep nehre döndü.Kurbağa da onu orada bekliyordu. Akrep tekrar kurbağaya binip nehrin öte yanına geçti. Ben de arkalarında bakakaldım.
         Sonra gencin yanına geldim, o hala uyuyordu, akabinde baş ucunda kendi kendime şöyle dedim :
         – Ey uyuyan genç; Allah seni, sen fark etmesen de karanlığın içindeki her türlü kötülükten korur. Sen uyusan bile Allah uyumaz. O kullarına çok merhametlidir. dedim.
         Genç benim bu sözlerim üzerine uyandı ve başından geçen olayları kendisine anlattım. Genç hemen tevbe etti. Bütün yapmış olduğu kötü davranışlarından vazgeçip, iyilerden oldu ve ölünceye kadar hayatı böyle devam etti. Allah ona rahmet etsin.

İMAN ŞUURU

Ebu Talha’nın elinden topla tüfekle alınması mümkün olmayan 600 ağaçlı hurma bahçesini, kendi rızası ile fakir fukaraya verdiren duygu, iman şuurundan başka ne olabilirdi?”
        MESCİD-İ Saadet’te Ashab-ı Kiram toplanmışlar, derin bir vecd ve huşu içinde Allah’ın Resûlünü dinlemekteydiler. Hazret-i Fahr-i Kâinat Efendimiz ise, Al-i İmrân sûresinden şu mealdeki Âyet-i Kerimeyi okuyordu: ” Muhtaçlara, fakirlere yardım ederken malınızın kötüsünü değil de, iyisini vermedikçe imân-ı kâmile (olgun iman) kavuşamazsınız. İmânda en yüksek mertebeye çıkmak istiyorsanız, yoksullara malınızın en hoşunuza gidenini bağaşlayınız.”
      Âyet-i Kerîmeyi büyük bir dikkat ve hassasiyetle dinleyenlerin içinde Ebu Talha da bulunuyordu. Ebu Talha’nın Mescid-i Saadet’e yakın bir yerde, içinde 600 hurma ağacı bulunan pek kıymetli bir hurma bahçesi vardı. Sık sık dâvet ettiği Resûlullah’a burada ikramda bulunurdu..
      Bu zat derin bir vecd ve huşuu içinde Âyet-i Kerimeyi dinledikten soma ayağa kalkarak şu açıklamayı yaptı. «- Yâ Resûlellah, benim servetim içinde en kıymetli ve bana en sevgili olan, işte şu şehrin içindeki sizin de bildiğiniz bahçemdir. Bu andan itibaren Allah rızası için onu Allah’ın Resûlüne bırakıyorum. İstediğiniz gibi tasarruf eder, dilediğiniz fakire verebilirsiniz.
      Bu sözleri söyledikten soma Ebu Talha, sevinçli ve neş’eli bir hal ile kararını tatbik için Mescid-i Şerifden çıkarak bahçeye gitti.
      Bir hurma ağacının gölgesinde oturan hanımı ile duvarın dışında bekleyen Ebu Talha arasında şu ibretli konuşma oldu:
      Hanımı: “- Yâ Eba Talha, duvarın dışında ne bekliyorsun? İçeri girsen ya!”
      Ebu Talha: “- Ben içeri giremem, sen eşyanı toplayıp da dışarı çıksan ya!”
      Hanımı: “- Neden yâ Eba Talha, bu bahçe bizim değil mi? “
      Ebu Talha: “- Hayır, artık bu bahçe Medine fukarasınındır. diyerek Âyet-i Kerîmeyi ve verdiği kararını anlattı. Hanımının ” İkimiz namına mı, yoksa şahsın için mi bağışladın? ” diye bir sualine “-ikimiz namına” diye cevap veren Ebu Talha, bu sefer hanımından şu sözleri işitti:
      ” – Allah senden razı olsun Eba Talha. Etrafımızdaki fakirleri gördükçe aynı şeyi düşünürdüm de sana söylemeye bir türlü cesaret edemezdim; Allah hayrımızı kabul buyursun, işte ben de geliyorum! “
      Aziz okuyucu, müsaade buyurursanız burada bir sual sormak istiyorum: –Ebu Talha’nın elinden topla tüfekle alınması mümkün olmayan bu 600 ağaçlı hurma bahçesini, kendi rızası ile fukaraya verdiren nedir?
      – O’nu böyle içtimai (sosyal) fedakârlığa sevkeden bu tesir edici sebebin memleket sathında bütün insanlarda kökleşip kuvvetlenmesi halinde nasıl bir netice doğar?
      – Değil âhiretimiz, dünyamızın dahi intizama girmesi için bu müessire şiddetle muhtaç değil miyiz?
      Sorular uzayabilir ama isterseniz son sorumuz şu olsun: –Ebu Talha’ya bu fedakârlığı yaptıran müeyyidenin aleyhinde bulunmak, bu duygu ve îmân kuvvetinin bütün insanlarda yerleşmesine mani olmayı düşünmek, fukaraya yapılan yardımın aleyhinde bulunmak kadar gayr-ı insani ve ahmakça bir düşünce mahsulü olmaz mı?”

HAYAL HANIM

Yeşil imgeli kız! İlkyazım!
hangi harf gül, hangi dal dize?
Bu büyük ağaçtan her ikimize
kalan hangimizdik…
ey hayal hanım?

Yeşil imgeli kız! Biz size
yazılı sevdalar sunduktu
ve döne döne uçurumlar
gibi şiirler…

Şiirlerle örselenmiş yüzü
ve kalbi güllere belenmiş
biriydim ben… ve hangimize
doğru akar suydum,
ey hayal hanım?

Yeşil imgeli kız! ilkyazım!
hangi harf gül, hangi dal dize?
Bu derin ağaçtan her ikimize
kalan hangimizdik…
ey hayal hanım?

ONAR MISRA

Ayırma gözlerini gözlerimden bu akşam,
Böyle saatlerce bak, böyle asırlarca bak.
Gözlerine yavaşça, yavaşça doldu akşam…
Göklerin ateşini kalbime boşaltarak
Benim içimde yaktı sanki gurubu akşam.
Senin kirpiklerinde bir damla oldu akşam.
Gündüzden, gürültüden ve kâinattan ırak,
Akşamı seyredeyim bakışlarında bırak,
Ayırma gözlerini gözlerimden bu akşam,
Böyle saatlerce bak, böyle asırlarca bak..

Eriyor fırtınanın hızı pencerelerde,
Soba ılık bir hava dağıtıyor içerde,
Ateşin karşısında yüzün kızıllaşıyor.
Yanan ince dalların hafif çıtırtıları
Bize unutturuyor dışarda yağan karı,
Saadet içimizden bir sel gibi taşıyor.
Ah bu kış geceleri, bu en güzel geceler!
Bir yığın sözden fazla tesir eden heceler:
Canım, kızım, yavrucum, benim bir tane yavrum,
Seni bilsen ne kadar, ne kadar seviyorum.

İnanmak, ah, bir çocuk saffetiyle inanmak…
Gözlerin, sevgilinin, dalınca gözlerine
Bütün muhabbetine ve bütün sözlerine
Nihayetsiz bir huzur hasretiyle inanmak.
Şüpheyi içerinde kırıp ta bir dal gibi,
İnanmak deli gibi, inanmak aptal gibi,
Her yalana kananın illetiyle inanmak..
İnanmak fazilete, şeytana ve ahrete,
Ve mesut olmak için inanmak saadete,
İnanmak, ah, bir çocuk saffetiyle inanmak…

FAKİR OLAN KİM?

Günlerden bir gün gerçekten zengin bir baba oğlunu yakın bir köye götürdü. Bu yolculuğun tek amacı vardı, insanların ne kadar fakir olabileceklerini oğluna göstermek. Çok fakir bir ailenin çiftliğinde bir gece ve gün geçirdiler.
        Yolculuktan dönüşlerinde baba oğluna sordu,
        “İnsanların ne kadar fakir olabildiklerini gördün mü?”
        “Evet!”
        “Ne öğrendin peki?”
         Oğlu cevap verdi,
        “Şunu gördüm: bizim evde bir köpeğimiz var, onlarınsa dört. Bizim bahçenin ortasına kadar uzanan bir havuzumuz var, onlarınsa sonu olmayan bir dereleri. Bizim bahçemizde ithal lambalar var, onlarınsa yıldızları. Bizim görüş alanımız ön avluya kadar, onlarsa bütün bir ufku görüyorlar.”
        Oğlu sözünü bitirdiğinde babası söyleyecek bir şey bulamadı. Oğlu ekledi,    
        “Teşekkür ederim baba, ne kadar fakir olduğumuzu gösterdiğin için!”

KALP KIRMAMAK

Kötü karakterli bir genç varmış. Bir gün babası ona çivilerle dolu bir torba vermiş. "Arkadaşlarınla tartışıp, kavga ettiğin her zaman bu tahtaya bir çivi çak" demiş. Genç, ilk gün tahtaya 37 çivi çakmış. Sonraki haftalarda kendi kendini kontrol etmeye çalışmış ve geçen her gün daha az çivi çakmış.
Nihayet bir gün gelmiş ki genç tahtaya hiç çivi çakmamış. Babasına gidip söylemiş. Babası onu yeniden tahtanın önüne götürmüş. Gence "Bugünden başlayarak tartışmayıp kavga etmediğin her gün için tahtadan bir çivi çıkar" demiş.
Günler geçmiş. Bir gün gelmiş ki her çivi çıkarılmış. Babası oğluna "Aferin! iyi davrandın ama bu tahtaya dikkatli bak. Çok delik var. Artık geçmişteki gibi güzel olmayacak" demiş.
Arkadaşlarla tartışılıp kavga edildiği zaman kötü kelimeler söylenilir. Her kötü kelime bir yara (delik) bırakır. Arkadaşına bin defa kendisini affettiğini söyleyebilirsin, ama bu delik aynen kalacak kapanmayacak. Bir arkadaş ender bulunan bir mücevher gibidir. Seni güldürür, yüreklendirir, ihtiyaç duyduğunda sana yardımcı olur, seni dinler ve sana yüreğini açar" demiş

KABULLENEBİLMEK

Vietnam Savaşı sonrası… Evine dönmekte olan bir asker San Francisco’dan ailesini aradı: “Anne, baba eve dönüyorum, ama sizden bir şey rica ediyorum. Yanımda bir arkadaşımı da getirmek istiyorum.”        “Memnuniyetle, O’nunla tanışmak isteriz”, diye cevapladılar.
Oğulları “Bilmeniz gereken bir şey daha var.” diye devam etti.    “Arkadaşım savaşta ağır yaralandı, bir mayına bastı ve bir koluyla ayağını kaybetti. Gidecek hiçbir yeri yok ve O’nun gelip bizimle kalmasını istiyorum.” “Bunu duyduğuma üzüldüm oğlum. Belki O’nun başka bir yer bulmasına yardımcı olabiliriz.”
“Hayır. Anne, baba O’nun bizimle kalmasını istiyorum.”
“Oğlum.” dedi babası. “Bizden ne istediğini bilmiyorsun. O’nun gibi özürlü biri bize korkunç yük olur. Bizim kendi hayatımız var ve bunun gibi bir şeyin hayatımıza engel olmasına izin veremeyiz. Bence bu arkadaşını unutup eve dönmelisin. O kendi başının çaresine bakacaktır.”
Oğlu o anda telefonu kapattı. Ailesi O’ndan bir süre haber alamadı. Ama birkaç gün sonra, San Francisco polisinden bir telefon geldi. Oğullarının yüksek bir binadan düşüp öldüğünü öğrendiler. Polis bunun intihar olduğuna inanıyordu. Üzüntü dolu anne-baba hemen San Francisco’ya uçtular ve oğullarının cesedini tespit etmek için şehir morguna götürüldüler. Anne – baba oğullarını hemen tanıdılar yalnız bilmedikleri bir şeyi de öğrenince dehşete düştüler:
Oğullarının sadece bir kolu ve bir bacağı vardı…

SERENAD

Yeşil pencerenden bir gül at bana,
Işıklarla dolsun kalbimin içi.
Geldim işte mevsim gibi kapına
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.

Açılan bir gülsün sen yaprak yaprak,
Ben aşkımla bahar getirdim sana;
Tozlu yollarından geçtiğim uzak
İklimden şarkılar getirdim sana.

Şeffaf damlalarla titreyen, ağır
Koncanın altında bükülmüş her sak.
Seninçin dallardan süzülen ıtır,
Seninçin karanfil, yasemin, zambak…

Bir kuş sesi gelir dudaklarından;
Gözlerin, gönlümde açan nergisler.
Düşen öpüşlerdir dudaklarından
Mor akasyalarda ürperen seher.

Pencerenden bir gül attığın zaman
Işıkla dolacak kalbimin içi.
Geçiyorum mevsim gibi kapından
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.

ANZAK ÖMER AMCA

1957 yılında İstanbul Tıp Fakültesi’nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD’ye giden doktor Ömer Musluoğlu görev yaptığı hastahanede başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor:
        “Amerika’ya gittiğim ilk yıllar ( 1957) lisanım pek o kadar iyi değil. Newyork’da Medical Center Hospital adlı bir hastahanede görev almıştım. Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak, elektro kardiyografi çekmek gibi işler.. Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorlar hemen direk olarak hasta muayenesine, tedavisine verilmiyor. Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam. Tahminen yetmiş beş yaşlarında. İngilizce konuşuyorum. Kan vereceğim kolunuzu açar mısınız? Çünkü adamcağız kanser hastası olduğu halde üstelik kansızdı. Elimde kan torbası da var tabii ki.. pazusunu açtım. Baktım pazusunda dövme şeklinde bir Türk bayrağı var. Çok ilgimi çekti benim. Kendisine sormadan edemedim. Siz Türk müsünüz?
        Kaşlarını yukarıya kaldırarak “Hayır” manasına işaret yaptı. Ama ben hala merak ediyorum: Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir? “Aldırma işte öylesine bir şey dedi. Ben yine ısrarla dedim ki: “Fakat benim için bu bayrak çok önemli. Dikkatimi çekti. Çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım…” Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:
        “Siz Türk müsünüz?” “Evet Türk’üm” İhtiyar gözlerime bakarak tanıdık bir göz arıyor gibiydi.  Anlatmaya başladı:
        “Yıl 1915. Sen hatırlamazsın o yılları. Çanakkale diye bir yer var Türkiye’de, orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben Anzak’tım, Avustralya Anzaklarından… İngilizler bizi toplayıp dediler ki: Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda.  Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir. Biz de inandık sözlerine vaatlerine… Savaşmak isteyenler arasına katıldık. Avustralyalı Anzak ihtiyar anlatmaya devam ediyordu: “Bizim beynimizi yıkayan İngilizler, Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale’ye sevk ediyorlarmış.  Bizi gemilere doldurup Mısır’a getirdiler o zaman Mısır’da şöyle böyle birkaç ay talim gördük. Atış talimi. Ondan sonra da bizi alıp Çanakkale’ye getirdiler. Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler, geceyi gündüze çeviriyordu zaman zaman… Her taarruzda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti uzaktan gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi, Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer barbarlıktan değil, kalplerinde ki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş. Bunu nereden anladığımı söyleyeyim. Biz karaya çıktık. Taarruz edemiyoruz. Bizi püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz. Bizi tekrar püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz. Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim.”
        Meraktan ağzım açık yaşlı Avustralyalıyı dinliyorum. Savaşın dehşetli anılarını anlatırken hastalığına rağmen tir tir titremeye başlamıştı. Devam etti:
        “Gözlerimi açtığımda kendimin yabancı insanların arasında gördüm. Nasıl korktuğumu anlatamam. Çünkü İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya… Ama dikkat ettim. Yaralarımı sarmışlar. Bana hiç de öfkeli bakmıyorlar. Kendime geldim iyice bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. iyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şoke oldum doğrusu. Dedim ki, kendi kendime:
        Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürler. Ama öldürmüyorlar… Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi. Halbuki beni cephenin gerisine götürdüler. Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla “Yazıklar olsun bana” dedim.” Böyle asil insanlarla niye ben savaşıyorum. Niye savaşmaya gelmişim. Bu İngiliz milleti ne yalancıymış, ne kadar Türk düşmanıymış” diyerek pişman oldum. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki… Bu iyiliğe karşı ne yapsam düşündüm durdum günlerce….. Nihayet bizi serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. işte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu dövme Türk bayrağını yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte”
        Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti: “Talihin cilvesine bakın ki o zaman ölmek üzere iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarf eden Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden bir Türk… Ne garip değil mi? Avustralya’dan Amerika’ya gelirken bir Türkle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Size minnettarım. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar… Buna bütün kalbimle inanıyorum. Peşinden nemli gözlerle
        “Bana adınızı söyler misiniz? dedi. “Ömer” cevabını verdim. Gayet merakla tekrar sordu:
        Peki niçin Ömer ismini, vermişler sana ? Babam müslümanların ikinci halifesi isminden ilham alarak bana  Ömer adı vermiş.
        Yahu senin adın müslüman adı mı?
        Ben “Evet, Müslüman adı” deyince yüzüme baktı baktı, birden doğrulmak istedi. Ben mani olmak istedim. Israr etti. Ama niye ısrar ediyordu? İhtiyarın ısrarına dayanamayıp yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki:
        “Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Josef Miller idi. Şimdiden sonra “Anzaklı Ömer” olsun.
        “Olsun.  Peki doktor beni müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu?” Şaşırdım. Nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti. Meğer o yaşa gelinceye kadar içten içe hep düşünüyormuş da kimseyle konuşamadığı için, soramadığı için konuşamıyormuş.
        Tabii dedim müslüman olmak çok kolay. Sonra kendisine imanın ve islamın şartlarını anlattım. Kabul etti. Hem kelime-i Şahadet getiriliyor, hem de çocuklar gibi ağlıyordu. Yaşlılık bir yandan, hastalık bir yandan bir de yıllardan beri içinde kavuşmak isteyip de bilemediği için kavuşamadığı islamiyete olan hasretin sona ermesi bir yandan bu yaşlı gönlü duygulanmıştı… Mırıldandı: Siz müslümanlar tesbih çekersiniz bana da bir tesbih bulsan da ben de yattığım yerden tesbih çekerek Allah’ımı ansam olur mu?
        Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Hakk’ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Neyse uzatmayayım hemen bir tesbih bulup kendisine getirdim. Hasta yatağında tesbih çekiyor, biz de gerektiğinde tedavisiyle ilgileniyorduk. Fakat benim için o daha bir başkalaşmıştı. Müslüman olmuştu. Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti.
        Beni yalnız bırakma olur mu?
        Ne gibi Ömer amca?
        Ara sıra gel de bana islamiyeti anlat! sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor.  O günden sonra her gün yanına gittim. Bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım.
        Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum . Hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum.
        “Doktor Ömer! Lütfen 217 numaralı odaya gelin!” Dedim ki içimden “Bizim Ömer amca galiba yolcu?” hemen yukarı çıktım.
        Odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tesbih açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde imanı ile, koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna oturdum. Kendisine kelime-i şahadet söylettirdim. O şekilde kucağımda teslim-i ruh etti….
    Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman nasip olmuştu.
    “Ne yalan söyleyeyim, ağladım.”

PARILTI

Ateş gibi bir nehr akıyordu,
Rûhumla o rûhun arasından,
Bahsetti derinden ona hâlim,
Aşkın bu unulmaz yarasından.

Vurdukça bu nehrin ona aksi,
Kaçtım o bakıştan, o dudaktan;
Baktım ona sessizce uzaktan,
Vurdukça bu aşkın ona aksi…

ANA KUZUSU

Cuma namazındaydık. Sağ tarafımda yaşlı bir adam, onun sağında ise tek kişilik boş yer vardı. Yaşlı adam, farza kalkarken arkaya döndü ve boşluğun gerisinde duran 14-15 yaşlarındaki gence:
        – Saf’ı doldur evlat, dedi. Gel yanıma.
        Çocuk, mahcup bir ifâdeyle:
        – Mümkünse burada kılmak istiyorum, diye kekeledi. Oraya başkası geçebilir.
        Yaşlı adam, çocuğun üzerinde bulunduğu uzun tüylü yeşil halıyı göstererek:
        – Ne o dedi. Yoksa orası daha yumuşak diye mi gelmiyorsun?
        Ve öfkeyle devam etti:
        – Anne kuzusu, ne olacak…
        Namaz bittiğinde, yaşlı adamın Cuma’sını tebrik ettim. Arkadaki genç de gelerek onun elini öptü. Adam, söylediklerine çoktan pişman olmuştu. Delikanlının nurlu yanaklarını okşarken:
        – Sana ‘anne kuzusu’ dediğim için kusura bakma yavrum, dedi. Bir anda ağzımdan kaçtı işte…
        Çocuğun gözleri dolu doluydu. Başını yere eğerken:
        – Bu söylediklerinizde haklısınız efendim, dedi. Üzerinde namaz kılmak için ısrar ettiğim halı, vefât ettiğinde annemin tabutuna örtülmüştü. Orada secdeye kapandığımda, sanki beni kucaklamış gibi oluyor da…

KARANFİL

Yarin dudağından getirilmiş
Bir katre alevdir bu karanfil.
Rûhum acısından bunu bildi!

Düştükçe vurulmuş gibi yer yer,
Kızgın kokusundan kelebekler,
Gönlüm ona pervane kesildi.

KARANLIK

Aşkın bu karanlık gecesinde
Bülbül yine vahşi müterennim,
Mecnûnunu terketti mi Leylâ?
Vahşi sesi firkat sesi sandım.

Aşkın bu karanlık gecesinde
Hicrânımı duydum seni andım.
Firkat-zede bülbül gibi yandım

KUSURUNDAN KORKMA


Hindistan’da bir sucu, boynuna astığı uzun bir sopanın uçlarına taktığı iki büyük kovayla su taşırmış. Kovalardan biri çatlakmış.  Sağlam olan kova  her seferinde ırmaktan patronun evine ulasan uzun yolu dolu olarak tamamlarken, çatlak kova içine konan suyun sadece yarısını eve  ulaştırabilirmiş. Bu durum iki yıl boyunca her gün böyle devam etmiş.Sucu her seferinde patronunun evine sadece 1,5 kova su götürebilirmiş. Sağlam kova başarısından gurur duyarken, zavallı çatlak kova görevinin sadece yarısını yerine getiriyor olmaktan dolayı utanç duyuyormuş.

         İki yılın sonunda bir gün çatlak kova ırmağın kıyısında sucuya seslenmiş. “Kendimden utanıyorum ve senden özür dilemek istiyorum.” “Neden?…” diye sormuş sucu. “Niye utanç duyuyorsun?…”  Kova cevap vermiş. “çünkü iki yıldır çatlağımdan su sızdığı için taşıma görevimin sadece yarısını yerine getirebiliyorum. Benim kusurumdan dolayı sen bu kadar çalışmana rağmen, emeklerinin tam karşılığını  alamıyorsun.” Sucu şöyle demiş. “Patronun evine dönerken yolun kenarındaki çiçekleri  fark etmeni istiyorum.” Gerçekten de tepeyi tırmanırken çatlak kova patikanın bir yanındaki yabani çiçekleri ısıtan güneşi görmüş. Fakat yolun sonunda yine suyunun yarısını  kaybettiği için kendini kötü hissetmiş ve yine sucudan özür dilemiş. Sucu  kovaya sormuş. “Yolun sadece senin tarafında çiçekler olduğunu ve diğer  kovanın tarafında hiç çiçek olmadığını farkettin mi?… Bunun sebebi benim senin kusurunu  bilmem ve ondan yararlanmamdır. Yolun senin tarafına çiçek  tohumları ektim  ve her gün biz ırmaktan dönerken sen onları suladın. İki  yıldır  ben bu  güzel çiçekleri toplayıp onlarla patronumun sofrasını süsleyebildim. Sen  böyle olmasaydın, o evinde bu güzellikleri yaşayamayacaktı.”
 

Hepimizin kendimize has kusurları vardır. Hepimiz aslında çatlak kovalarız. Allah’ın büyük planında hiçbir şey ziyan edilmez. Kusurlarınızdan korkmayın. Onları sahiplenin.. Kusurlarınızda gerçek gücünüzü bulduğunuzu bilirseniz eğer siz de güzelliklere sebep olabilirsiniz.

ADİ BALONCU

Küçük çocuk, baloncuyu büyülenmiş gibi takip ederken, şaşkınlığını gizleyemiyordu. Onu hayrete düşüren şey, “Bizim eve bile sığmaz” dediği o güzelim balonların adamı nasıl havaya kaldırmadığı idi.
        Baloncu dinlenmek için durakladığında o da duruyor ve sonra yine takibe koyuluyordu. Bir ara adamın kendisine baktığını fark ederek ona doğru yaklaştı ve bütün cesaretini toplayarak:
        -Baloncu amca, dedi. Biliyor musun benim hiç balonum olmadı. Adam çocuğu söyle bir süzdükten sonra:
        -Paran var mı? diye sordu. sen onu söyle.
        -Bayramda vardı, diye atıldı çocuk, önümüzdeki bayram yine olacak.
        -Öyleyse bayramda gel, dedi adam. Acelem yok, ben beklerim.
        Çocuk sessizce geri döndü. O ana kadar balonlardan ayırmadığı gözleri dolu dolu olmuş, yürümeye bile mecali kalmamıştı. Bir kaç adım attıktan sonra elinde olmadan tekrar onlara baktığında, gördüklerine inanamadı.
        Balonlar, her nasılsa adamın elinden kurtulmuş ve yol kenarındaki büyük bir akasya ağacının dallarına takılmıştı. Çocuk, olup bitenleri büyük bir merakla takip ederken, baloncu ona doğru dönerek:
        -Küçük, diye seslendi. Balonları ağaçtan kurtarırsan birini sana veririm. Yapılan teklif, yavrucağın aklını başından almıştı. Koşarak ağacın altına doğru yöneldi ve ayakkabılarını aceleyle fırlatıp tırmanmaya başladı. Hedefine adım adım yaklaşırken duyduğu heyecan, bacaklarını kanatan akasya dikenlerinin acısını hissettirmiyordu. Sincap çevikliğiyle balonlara ulaştığında bir müddet onları seyretti ve dallara dolanan ipi çözerek baloncuya sarkıttı. Ancak balonlardan birisi iyice sıkıştığından diğerlerinden ayrılmış ve ağaçta kalmıştı. Çocuk onu kurtarmaya kalkışsa, dikenlerden patlayacağını çok iyi biliyordu. İster istemez balonu yerinde bırakıp aşağıya indi ve adama dönerek:
        -Birini bana verecektiniz, dedi. Hangisi o?
        Adam elini tersiyle burnunu sildikten sonra:
        -Seninki ağaçta kaldı evlat, dedi. İstersen çık al.
        Çocuk bu sefer ayakta bile duramadı. Kaldırım kenarına oturup baloncunun uzaklaşmasını bekledikten sonra, dallar arasında parlayan balona uzun uzun bakarak:
        “Olsun”, diye mırıldandı. “Olsun.” Ağacın üzerinde kalsa da, bir balonum var ya artık..

BÜTÜN YAZ

Ne güzel geçti bütün yaz,
Geceler küçük bahçede…
Sen zambaklar kadar beyaz
Ve ürkek bir düşüncede,
Sanki mehtaplı gecede,
Hülyan. eşiği aşılmaz
Bir saray olmuştu bize;
Hapsolmuş gibiydim bense,
Bir çözülmez bilmecede.
Ne güzel geçti bütün yaz,
Geceler küçük bahçede

AFFETMEK

Bir gün trenle seyahat eden birisi tesadüfen son derece huzursuz olan genç bir adamın yanına oturmuş. Bir sure sonra, genç adam, uzak bir hapishaneden henüz çıkmış bir mahkum olduğunu açıklamış. Mahkumiyeti ailesine o kadar utanç vermiş ki, ne ziyaretine gelmişler, ne de bir mektup yollamışlar. Ama fakir oldukları için seyahat edemediklerini, cahil oldukları için mektup yazamadıklarını umuyor; her şeye rağmen kendisini affetmiş olmalarını hayal ediyormuş.
        Ailesinin işini kolaylaştırmak için, kendilerine mektup yazıp tren kasabanın eteklerindeki çiftliklerinden geçerken bir işaret koymalarını söylemiş. Ailesi kendisini affetmişse, raylara yakın bir elma ağacına beyaz bir kurdele bağlayacaklarmış. Eğer kendisinin geri dönmesini istemiyorlarsa, hiç bir şey yapmayacaklar, o da trende kalıp Batıya gidecek, belki de bir serseri olacakmış.
        Tren, kasabasına yaklaşırken heyecanı o kadar artmış ki, pencereden dışarı bakmaya cesaret edemiyormuş. Kompartıman arkadaşı kendisiyle yer değiştirip onun yerine elma ağacına bakacağını söylemiş. Bir dakika sonra elini genç mahkumun koluna koymuş,
        “Şuraya bak” demiş.
        Göz pınarlarında biriken yaşlarla gözleri parlıyormuş.
        “Her şey yolunda, bütün ağaç bembeyaz kurdelelerle bezenmiş”.
        O anda bir ömrü zehirleyen tüm acılar, adeta, birden dağılmış, kaybolmuş.
        “Affetmezseniz sevemezsiniz. Sevgisiz hayat da anlamsızdır”

SEVGİLİ

Çiçekler vardı derilmeyi bekleyen
O uçsuz bucaksız kırlarda.
Gökyüzünde ay, bakacak göz arardı.
Bir dut ağacı vardı, yüce
Hiçbir çocuğun üstüne tırmanmadığı.
Testiyi unutmuştuk pencerenin önünde
İçi su doluydu, soğumuştu.
Masanın üstünde bir dilim ekmek
Isırılıp bırakılmıştı.
Denizin kıyısında bir mavi tekne
Birbaşına salınıyordu.
Gökyüzü vardı derin,
Toprak göz alabildiğince…

Sonra sen geldin
Çakıllı yoldan geldin, şen şakrak
Nesneler anlam buldu seninle
Benim güleç yüzlü, kara gözlü sevgilim
Saçlarını yüzüne dökerek
Yerleri süpürdün, bahçeyi suladın,
Masayı temizledin..

BABA HAKKI

Evliliğinden beri evinde kalan babası yüzünden eşiyle sürekli tartışıyordu. Eşi babasını istemiyor ve onun evde bir fazlalık olduğunu düşünüyordu. Tartışmalar bazen inanılmaz boyutlara ulaşıyordu. Yine böyle bir tartışma anında eşi bütün bağları kopardı ve ‘Ya ben giderim, ya da baban bu evde kalmayacak’ diyerek rest çekti.

        Eşini kaybetmeyi göze alamazdı. Babası yüzünden çıkan tartışmalar dışında mutlu bir yuvası sevdiği ve kendini seven bir eşi ve bir de çocukları vardı. Eşi için çok mücadele etmişti evliliği sırasında. Ailesini ikna etmek için çok uğraşmış ve çok sorunlarla karşılaşmıştı. Hala onu ölürcesine seviyordu. Çaresizlik içinde ne yapacağını düşündü ve kendince bir çözüm yolu buldu. Yıllar önce avcılık merakı yüzünden kendisi için yaptırdığı kulübe tipi dağ evine götürecekti babasını. Haftada bir uğrayacak ve ihtiyacı neyse karşılayacak, böylelikle eşiyle de bu tür sorunlar yaşamayacaktı. Babasına lazım olacak bütün malzemeleri hazırladıktan sonra yatalak babasını yatağından kaldırdı ve kucakladığı gibi arabaya attı. Oğlu Can ‘Baba ben de seninle gelmek istiyorum’ diye ısrar edince onu da arabaya aldı ve birlikte yola koyuldular.

        Karakışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı. Kar ve tipi yüzünden yolu zor seçiyorlardı. Minik Can sürekli babasına ‘Baba nereye gidiyoruz ?’ diye soruyor ama cevap alamıyordu. Öte yandan nereye götürüldüğünü anlayan yaşlı adamsa gizli gizli gözyaşı döküyor oğlu ve torununa belli etmemeye çalışıyordu. Saatler süren zorlu yolculuktan sonra dağ evine ulaştılar. Epeydir buraya gelmemişti. Baraka tipindeki dağ evi artık çürümeye yüz tutmuş, tavan akıyordu. Barakanın bir köşesini temizledi hazırladı ve arabadan yüklendiği yatağı oraya itina ile serdi. Sonra diğer malzemeleri taşıdı. En son da babasını sırtlayarak yatağa yerleştirdi. Tipi adeta barakanın içinde hissediliyordu. Barakanın içinde fırtına vardı adeta. Çaresizlik içinde babasını izledi. Daha şimdiden üşümeye başlamıştı. Yarın yine gelir bir yorgan ve birkaç battaniye getiririm diye düşündü. Öyle üzgündü ki Dünya başına göçüyor gibiydi. O bu duygular içindeyken babası yüreğine bıçak saplanmış gibiydi. Yıllarca emek verdiği oğlu tarafından bir barakaya terk ediliyordu. Gururu incinmişti içi yanıyordu ama belli etmemeye çalışıyordu. Minik Can ise olanlara hiçbir anlam veremiyordu. Anlamsızca ama dedesinden ayrılacak olmanın vermiş olduğu üzüntüyle sadece seyrediyordu. Artık gitme zamanıydı. Babasının yatağına eğildi yanaklarını ve ellerini defalarca öptü. Beni affet der gibi sarıldı, kokladı. Artık ikisi de kendine hakim olamıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Buna mecburum der gibi baktı babasının yüzüne ve Can’ın elini tutup hızla barakayı terk etti.

        Arabaya bindiler. Can yol çıktıklarında ağlamaya başladı neden dedemi o soğuk yerde bıraktın diye. Verecek hiçbir cevap bulamıyordu, annen böyle istiyor diyemiyordu. Can ‘Baba sen yaşlandığında bende seni buraya mı getireceğim’ diye sorunca Dünyası başına yıkıldı. O sorunun yöneltilmesiyle birlikte deliler gibi geri çevirdi arabayı. Barakaya ulaştığında ‘Beni affet baba’ diyerek babasının boynuna sarıldı. Baba oğul sıkı sıkı sarılmış ve çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Oğlu ‘Baba beni affet, sana bu muameleyi yaptığım için beni affet’ diye hatasını belli ediyordu.. Babası oğlunun bu sözlerine en anlamlı cevabı veriyordu…

‘Geri geleceğini biliyordum yavrum. Ben babamı dağ başına atmadım ki, sen beni atasın. Beni bu dağda bırakamayacağını biliyordum

SABAH

Serin rüzgârlara pencereni aç!
Karşında fecirle değişen ağaç,
Bak, seyret ağaran rengini ufkun
Mahmur gözlerinde süzülsün uykun.
Bırak saçlarınla oynasın rüzgâr,
Gümüş çıplaklığı bir başka bahar
Olan vücudunu ondan gizleme.
Ne varsa hepsini boyun, saç, meme,
Esirden dudaklar okşasın sevsin
Mademki geceden daha güzelsin!

DUYGULAR ADASI

Bir zamanlar, bütün duyguların üzerinde yaşadığı bir ada varmış:
Mutluluk, Üzüntü, Bilgi ve tüm diğerleri, Aşk dahil.

Bir gün, adanın batmakta olduğu, duygulara haber verilmiş.
Bunun üzerine hepsi, adayı terk etmek için sandallarını hazırlamışlar.
Aşk, adada en sona kalan duygu olmuş.
Çünkü, mümkün olan en son ana kadar beklemek istemiş.
Ada neredeyse battığı zaman,
Aşk, yardım istemeye karar vermiş.
Zenginlik, çok büyük bir teknenin içinde geçmekteymiş.
Aşk,
“Zenginlik, beni de yanına alır mısın?” diye sormuş.
Zenginlik,
“Hayır, alamam. Teknemde çok fazla altın
ve gümüş var, senin için yer yok.” demiş.
Aşk, çok güzel bir yelkenlinin içindeki
Kibir’den yardım istemiş.
“Kibir, lütfen bana yardım et!”
“Sana yardım edemem Aşk.
Sırılsıklamsın ve yelkenlimi mahvedebilirsin.”
diye cevap vermiş Kibir.
Üzüntü yakınlardaymış
ve Aşk, yardım istemiş:
“Üzüntü, seninle geleyim…”
Off, Aşk, o kadar üzgünüm ki, yalnız kalmaya ihtiyacım var.”
Mutluluk da Aşk’ın yanından geçmiş
ama o kadar mutluymuş ki,
Aşk’ın çağrısını duymamış.
Aşk, birden bir ses duymuş:
“Gel Aşk! Seni yanıma alacağım…”
Bu Aşk’tan daha yaşlıca birisiymiş.
Aşk o kadar şanslı ve mutlu hissetmiş ki kendini
onu yanına alanın kim olduğunu öğrenmeyi akıl edememiş.

Yeni bir kara parçasına vardıklarında,
Aşk’a yardım eden, yoluna devam etmiş.
Ona ne kadar borçlu olduğunu fark eden Aşk, Bilgi’ye sormuş:
“Bana yardım eden kimdi?”
“O, Zaman’dı” diye cevap vermiş Bilgi.
“Zaman mı?
Neden bana yardım etti ki?” diye sormuş Aşk.
Bilgi gülümsemiş:
“Çünkü sadece Zaman Aşk’ın ne kadar büyük olduğunu anlayabilir…”

SEVDAN BENİ

Terketmedi sevdan beni,
Aç kaldım , susuz kaldım,
Hayin, karanlıktı gece,
Can garip, can suskun,
Can paramparça…
Ve ellerim kelepçede,
Tütünsüz. uykusuz kaldım,
Terketmedi sevdan beni…

ÖNYARGILAR

Çin düşünürü Lao Tzu’nun öyküsü…
Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış… Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış..
“Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı” dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: “Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın” demişler…

İhtiyar: “Karar vermek için acele etmeyin” demiş. “Sadece at kayıp” deyin, “Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.”
Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş… Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ithiyardan özür dilemişler.
“Babalık” demişler, “Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var..”
“Karar vermek için gene acele ediyorsunuz” demiş ihtiyar. “Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç.
Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?”
Köylüler bu defa açıkça ihtiyarla dalga geçmemişler, ama içlerinden “Bu herif sahiden geri zekalı” diye geçirmişler… Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara. “Bir kez daha haklı çıktın” demişler.
“Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın” demişler. İhtiyar “Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz” diye cevap vermiş.
“O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.”

Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın
kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin sonunda ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş.
Köylüler, gene ihtiyara gelmişler… “Gene haklı olduğun ortaya çıktı” demişler. “Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer…”
“Siz erken karar vermeye devam edin” demiş, ihtiyar. “Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde… Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor.”

Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlamış:
“Acele karar vermeyin. Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir.
Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur.
Buna rağmen akıl, insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen
oracıkta olduğunu görürsünüz.”

HASRETİNDEN PRANGALAR ESKİTTİM

Seni, anlatabilmek seni.
İyi çocuklara, kahramanlara,
Seni, anlatabilmek seni,
Namussuza, haldan bilmez,
Kahpe yalana.

Ard-arda kaç zemheri,
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
Dışarda gürül-gürül akan bir dünya…
Bir ben uyumadım,
Kaç leylim bahar,
Hasretinden prangalar eskittim.
Saçlarına kan gülleri takayım,
Bir o yana,
Bir bu yana…

Seni bağırabilsem seni,
Dipsiz kuyulara,
Akan yıldıza.
Bir kibrit çöpüne varana,
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne.

Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
Yitirmiş öpücükleri,
Payı yok, apansız inen akşamdan,
Bir kadeh, bir cigara, dalıp gidene,
Seni, anlatabilsem seni…
Yokluğun. Cehennemin öbür adıdır
Üşüyorum, kapama gözlerini…

ADINI FUNDA OTELİ KOY

Adını funda oteli koy
Aklından gelip geçen bir yazın
Ve akşanı güneşlerinde orda burda
Bir deniz kıyısında, eski bir yıkıntıda
İnce ince gezinen turuncu adamların.

Adını funda oteli koy
Sevdamızın da adını
Ayakları dibinde günbatımının.

Ve ağzında binlerce güneşin tadı
Dilinin ucunda yalnızca kendi adın.

Çünkü sevdikçe beni sen kendini tanıdın.

DEĞİŞİM

Çocuk ders çalışıyor görünüşte
Sayfaları yavaş yavaş çeviriyor
Çocuk deniz çalışıyor gerçekte
Gözlerini ufuklara dikiyor
Durup durup adını anıyor
Aşkın sözlüğünü ezberlemekte
Bütün nöbetçilerle yarışıyor
Gözleriyle gelişini beklemekte

Biz şimdi aşk öğrenelim
İnsan dersi sonra da öğreniyor
Yüzyıllık kitaplarda bilgi kendi malınıız
Haritadan şehirler kaçmıyor ya
Sevinmek yaşarlığa dokunmaktır
Atlı gibi dört nala içimizden gidiyor
Bazen her şey yanılmaksa bile
Sevişmek en az yanılmaktır

HATIRLAMA

Sen akşamlar kadar büyülü, sıcak,
Rüyâların kadar sade, güzeldin,
Başbaşa uzandık günlerce ıslak
Çimenlerine yaz bahçelerinin.

Ömrün gecesinde sükûn, aydınlık
Boşanan bir seldi avuçlarından,
Bir masal meyvası gibi paylaştık
Mehtabı kırılmış dal uçlarından.

SEVDA ŞİİRLERİ ŞİİR 1

Sen bir deniz kızısın, saçları
Düşlerimin erimince uzayan
Yağmurda kıpırtılı, güneşte gümüşsün
Bir yakamoz ağı, geceyle atılan

Sen bir deniz kızısın, doğanın
Yüzgörümlüğü olsun diye bana sunduğu
Allayıp pulladığı ay ışığının
Yelin, terkisine atıp kapıma koyduğu

Sen bir deniz kızısın, yaşamla ölümü
İki kaşının arasında öpüşür buldum
Yaşamı seçtiysem sensin nedeni
Ölümdeki sonsuzluğa seninle erdim..

DENİZİN BEKLEDİĞİ

Seni sevmek mor denizlerdi biraz

Ne kadar gidilse bir o kadar bitmeyen
Umutlar ve yıkılmalar ardında direnilen
Seni sevmek mevsimler içinde en güzel yaz

Seni sevmek yaşamanın aşılmaz büyüklüğü
Seni sevmek kan dolu yüzyılları korkutan
Ve sığınıp ılık kıyı kentlerine biraz akşam
Seni sevmek çocukların düşlerinde gördüğü

Varılırdı daha saydam günlere isteseler
İsteseler yalnızlık giremezdi evlere
Seni sevmek bir kırlangıç olacak bekleseler
Ve uçacak durmadan adasız denizlere

Kim bulacak cam kırığı gözlerinde sevgimi
Sonra yalnız kalmak gibi yoksulca uğuldayan
Bütün okyanusların baş eğdiği tek kaptan
Sana verdim geç diye bütün denizlerimi

ANNE

İlk kundağın
Ben oldum, yavrum;
İlk oyuncağın
Ben oldum!
Acı nedir
Tatlı nedir… bilmezdim…
Dilin damağın
Ben oldum
Elinin ermediği
Dilinin dönmediği
Çağlarda, yavrum
Kolun kanadın
Ben oldum
Dilin dudağın
Ben oldum
Belki  kıskanırlar diye
Gördüklerini
Sakladım gözlerden
Gülücüklerini…
Tülün  duvağın
Ben oldum!
Artık isterlerse adımı
Söylemesinler bana
“Onun annesi” diyorlar…
Bu   yeter sevgilim bu yeter bana!
Bir dediğini iki
Etmeyeyim diye öyle çırpındım ki
Ve seni öyle sevdim sana
O kadar ısındım ki
Usanmadım, yorulmadım, çekinmedim
Gün oldu, kırdın… incinmedim;
İlk oyuncağın
Ben oldum yavrum
Son oyuncağın
Ben oldum…
Layık değildim
Lâyık gördüler
Annen oldum yavrum,
Annen oldum!

ANLAR

Eğer yeniden başlayabilseydim yaşama,
İkincisinde daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar.
Çok az şeyi ciddiyetle yapardım.
Temizlik sorun bile olmazdı asla.
Daha çok riske girerdim
Seyahat ederdim daha fazla.
Daha çok güneşin doğuşunu izler,
Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim birçok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardanım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten.
Anlar, sadece anlar Sizde anı yaşayın.
Hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan
Gitmeyen insanlardanım ben.
Yeniden yaşayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.
Eğer yeniden başlayabilseydim,
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,
Çocuklarla oynardım, bir şansım daha olsaydı eğer.
Ama işte 85’indeyim ve biliyorum…
Ölüyorum…

AŞK BENİ GEÇER

Çünkü bacakları uzun, mesafe tanımıyor
Çünkü rüzgârın altında, büyük deneyiminde
Elbette aşk beni geçer haritayı kendi çizmiş
Dağları iyi biliyor, nehirleri de

Bir ateşin koynunda uyuyorken bile geçer
Serin su başlarında dinleniyorken bile
Ve ben onun peşinden kurşun olsam yetişemem
Okyanusa vardığında göle gelmiş olur muyum
O çınar olduğunda yaprak olur muyum ben?

Bir dille yetinirim, bütün dilleri öğrenmiş
Dumana tanım ararım, yangınlardan geçmiş o
Ben merdiven arıyorken çoktan çıkmıştır göğe
Bir kadının saçlarına takılıp kalmış iken
Ruhunu ele geçirmiş binlerce sevgilinin
Bende bir esimlik yel, onda her zaman deprem
Elbet aşk beni geçer
Tren rayların üstünden

Aşk şiiri yazdığımı sanırım, ne hafiflik
Destanı bitirmiş olur ben çıkarken ilk dizeden
Uçup gitmiştir evet dünyayı kanat eyleyip
Ben iki teleği yan yana getirmişken
Aşk beni bir daha geçer
Tren rayların üstünden

8640 SANİYE

Bankada bir hesap sahibi olduğunu düşün, hesabına her sabah 86.400 dolar para yatırılıyor, fakat bu paranın hepsini akşama kadar harcamak zorundasın, ertesi güne transfer edilemez. Paranı kullansan da kullanmasan da hesap her akşam sıfırlanıyor. Ne yaparsın? Tabii ki hepsini harcamaya çalışırsın; Hepimiz, Zaman adlı bu bankanın müşterileriyiz;


Her sabah 86.400 saniyeye sahip oluyoruz; yarına transfer edilemez, Her sabah hesabımız dolar, her akşam boşalır. Geri dönüş yok, saniyelerini şu anı yaşayarak harca, en iyisi bunlarla yatırım yap.


Mutluluk, sağlık ve başarı için. Zaman kaçıyor. Her gün için en iyisini yap.


Bir senenin değerini anlamak için sınıfta kalmış bir öğrenciye sor.


Bir ayın değerini anlamak için, 8 aylık bir bebek doğuran anneye sor.


Bir haftanın değerini anlamak için, haftalık dergi çıkaran bir çilekeşe,


Bir saatin değerini anlamak için, kavuşmayı bekleyen sevgililere sor.


Bir dakikanın değerini anlamak için, trenin kaçıran yolcuya sor.


Bir saniyenin değerini anlamak için, bir kazayı önleyemeyen sürücüye sor.


Bir saniyenin yüzde birinin değerini anlamak için olimpiyatlarda gümüş madalya kazanan koşucuya sor.


Her anını değerlendir, her dakikanı çok özel biriyle paylaş. Zamanına ortak edebileceğin kadar özel biriyle.


Unutma! Zaman hiç kimse için durmaz. Geçmiş zaman tarihtir. Gelecek zaman sırlar, mechullerle dolu.


Sadece şu an sana verilen gerçek bir armağandır.


Bu hafta dostluk haftası olsun. Arkadaşlar bulunmaz mücevherlerdir. Bizi üzerler, cesaretlendirirler ve zaman zaman avuturlar. Kalplerini bize açarlar. Arkadaşlarına, onları sevdiğini göster.


Arkadaşlık mesajını herkese gönder, cevap alırsan bütün hayatın için bir dostun bulunduğunu anlarsın.


Onlara ne kadar çok ihtiyacın olduğunu ve senin için ne kadar önemli olduklarını dikkatle denersen görürsün….

DÖRT LASTİĞE ŞEFAAT




İran- Irak Savaşı’nda kaybettiği kocasının biriktirmiş olduğu imkanları da çoktan tüketmiş, bir gün aç, bir gün tok yaşar hale gelmişlerdi. Kendi neyse de geride kalan üç çocuk yokluk bilmiyor, acıkınca feryadı basıyorlardı.


Kerkük’ün sokaklarında ise sefalet kol geziyordu. Kim kime yardım edecek, destek olacaktı?..


Bir yanı yıkılmaya yüz tutmuş evceğizinin camından yola doğru ümitsizce bakarken bir taksinin durduğunu,
içinden bir yolcunun da indiğini görmüştü. Demek ki taksi şoföründe az çok para olacaktı. Çünkü müşteri
indirmişti. Bütün cesaretini ve ümidini toplayarak yola koştu. Yaklaşıp direksiyonun başında arabasını hareket
ettirmek üzere olan şoföre seslendi:


– Sakın beni dilenci falan zannetmeyin. Üç çocuğumla üç gündür aç beklemekteyim. Bu gidişle namusumun
lekelenmesinden korkmaya başladım. Allah rızası için yardımda bulunun. Ben açlıktan ölmeye razıyım.
Fakat çocuklarımın çığlıklarına tahammül edemiyorum…


Beklemedik bir anda gelen bu Allah rızası için yardım talebi zaten kıt kanaat geçinen şoförü şaşırtmıştı.
Düşünmeye başladı.


Cebinde bir miktar parası vardı var olmasına. Ancak bu parayı aylardır biriktiriyordu. Çünkü taksinin dört
lastiği de eskimişti. Onları değiştirmek için çırpınıyordu. Zaten akşamları eve gelince hanım devamlı ikaz
etmekten geri kalmıyordu:


– Ne zaman değiştireceksin bu lastikleri? Birazcık geç kalsan aklıma kötü şeyler geliyor.
Acaba bir kaza mı yaptı kabak lastiklerle? diye korku içinde bekliyorum.


O an için nefsi ve şeytani birlik olup vesvese vermeye başladılar:


– Sen zaten zor geçinen kimsenin. Yardım edecek durumda değilsin. Bas gaza, git yoluna.


Fakat imanı ve vicdanı da sesleniyorlardı:


– Para dediğin şey böyle gün için lazım olur. Belli olmaz Allah’ın rızasını nerede olduğu. Biriktirdiğin parayı bu
muhtaç hanıma vermelisin. Tam yeridir!


Nihayet nefsini ve şeytanını yenmiş, cebindeki parayı tümüyle uzatarak:


– Al bacım, sen namusunla yaşa. Bu para bir müddet idare eder. Sonrasına da Allah başka sebepler yaratır
demiş, minnet etmemek için de hemen gaza basıp oradan uzaklaşırken, kadının:


– Sen benim ihtiyacımı karşıladın, Allah da senin ihtiyacını karşılasın… duasını duymuş, gün boyunca kulaklarında çınlayan bu duaya hep (amin) deyip durmuştu. Akşam eve gelince beklediği soruya yine
muhatap oldu:


– Hâlâ değiştirmemişsin arabanın lastiklerini?
Adam, hiçbir şey hissettirmeden:
– Bir lastikçiyle anlaştım. Yeni lastikler gelince hemen değiştirecek… diyerek geçiştirdi.


Bu geçiştirme işi birkaç gün devam ettiği için bir akşam yine eve gelirken iyice sıkılmış, bu defa ne diyeceğim
diye düşünürken hiç beklenmedik bir durumla karşılaşmıştı.


Hanım bu defa kendisine adres yazılı bir kağıt uzatmış, sonra da şöyle demişti:


– Bugün lastikçi geldi, şu adresi verdi. Yarın bana gelsin lastiklerini değiştireceğim, deyip gitti. Al bu adresi, dedi.


Belli etmemişse de bunun izahını yapamamıştı. Çünkü böyle bir lastikçi ile konuşmamıştı. Merakla sabahı bekledi.


İlk işi kâğıttaki adrese gitmek oldu. Garipliğe bakın ki tamirciyi hayatında hiç görmemiş, buraya hiç gelmemişti.
Elindeki kâğıdı uzatınca bir şaşkınlık iki tarafta da yaşandı. Adam:


– Sen o musun, deyip boynuna sarıldı, başladı hıçkıra hıçkıra ağlamaya. Sonra da şöyle devam etti:


– Tam üç gündür Resülullah Aleyhisselam rüyama giriyor ve bana, “şu adresteki şoförün lastiklerini değiştir,
ücret olarak da benim şefaatime nail ol” buyuruyor. Allah için söyle. Sen ne türlü bir iyilik ettin, nasıl bir hayır dua aldın ki, Resülullah Aleyhisselam üç gündür beni ikaz ediyor, senin lastiğini değiştirmem için beni vazifelendiriyor?

Mazeret

Küçük bir kasabanın dört ayrı mahallesi varmış. Birinci mahallede Evetama’lar yaşıyormuş. Evetama’lar ne yapılması gerektiğini bildiklerini düşünürlermiş. Yapma zamanı geldiğinde ise “evet, ama” diye cevap verirlermiş. Cevapları hep yanlış olurmuş. Suçu başkalarına atmakta da ustaymışlar.

İkinci mahallede Yapıcam’lar yaşarmış. Ne yapacaklarını bilirlermiş. Kendilerini yapacakları şeye adım adım hazırlarlarmış, ama yapacakları sırada şanslarını kaçırdıklarının farkına varırlarmış. Bu mahallede insanların dizleri dövülmekten yara bere içindeymiş. Yaşamı ertelememek için verdikleri kararı bile ertelerlermiş.

Üçüncü mahallede yaşayan Keşkeci’lerin, hayatı algılama güçleri mükemmelmiş. Neyin yapılması gerektiğini daima en isabetli şekilde bilirlermiş ama, her şey olup bittikten sonra. Keşke’cilerin de başları kanarmış hep, duvarlara vurmaktan!

Kasabanın en yeşil bölgesinde, en güzel evlerin olduğu mahallede ise İyikiyaptım’lar otururmuş. Keşkeci’ler bu mahallede yürüyüşe çıkar, etrafa hayranlıkla bakarlarmış.

Yapıcam’lar Keşkeci’lerle birlikte bu mahallede yürüyüşe çıkmak ister ama bir türlü fırsat bulamazlarmış.

Evetama’lar ise mahallenin güzelliğini görmek yerine, ağaçların gölgelerinin yeterince geniş olmadığından, güneşin daha erken saatte doğması gerektiğinden şikayet ederlermiş.

İyikiyaptım mahallesindeki insanların kusuru da, beyinlerinde mazeret üretme merkezlerinin olmayışıymış!.

Zaman

Profesör sınıfa girip karsısında duran dünyanın en seçilmiş öğrencilerine kısa bir süre baktıktan sonra, “Bugün Zaman Yönetimi konusunda deneyle karışık bir sınav yapacağız” dedi. Kürsüye yürüdü, kürsünün altından kocaman bir kavanoz çıkarttı. Arkadan, kürsünün altından bir düzine yumruk büyüklüğünde tas aldı ve taşları büyük bir dikkatle kavanozun içine yerleştirmeye başladı. Kavanozun daha başka tas almayacağına emin olduktan sonra öğrencilerine döndü ve “Bu kavanoz doldu mu?” diye sordu. Öğrenciler hep bir ağızdan “Doldu” diye cevapladılar. Profesör “Öyle mi?” dedi ve kürsünün altına eğilerek bir kova mıcır çıkarttı. Mıcırı kavanozun ağzından yavaş yavaş döktü. Sonra kavanozu sallayarak mıcırın taşların arasına yerleşmesini sağladı. Sonra öğrencilerine dönerek bir kez daha “Bu kavanoz doldu mu?” diye sordu. Bir öğrenci “Dolmadı herhâlde” diye cevap verdi. Doğru” dedi profesör ve gene kürsünün altına eğilerek bir kova kum aldı ve yavaş yavaş tüm kum taneleri taslarla mıcırların arasına nüfuz edene kadar döktü. Gene öğrencilerine döndü ve “Bu kavanoz doldu mu?” diye sordu. Tüm sınıftakiler bir ağızdan “Hayır” diye bağırdılar. “Güzel” dedi profesör ve kürsünün altına eğilerek bir sürahi su aldı ve kavanoz ağzına kadar doluncaya dek suyu boşalttı. Sonra öğrencilerine dönerek “Bu deneyin amacı neydi” diye sordu. Uyanık bir öğrenci hemen “Zamanımız ne kadar dolu görünürse görünsün, daha ayırabileceğimiz zamanımız mutlaka vardır” diye atladı. “Hayır” dedi profesör, “bu deneyin esas anlatmak istediği eğer büyük taşları bastan yerleştirmezseniz küçükler girdikten sonra büyükleri hiç bir zaman kavanozun içine koyamazsınız” gerçeğidir”. Öğrenciler şaşkınlık içinde birbirlerine bakarken profesör devam etti: “Nedir hayatınızdaki büyük taşlar? Çocuklarınız, eşiniz, sevdikleriniz, arkadaşlarınız, eğitiminiz, hayâlleriniz, sağlığınız, bir eser yaratmak, başkalarına faydalı olmak, onlara bir şey öğretmek! Büyük taşlarınız belki bunlardan birisi, belki bir kaçı, belki hepsi. Bu aksam uykuya yatmadan önce iyice düşünün ve sizin büyük taşlarınız hangileridir iyi karar verin. Bilin ki büyük taşlarınızı kavanoza ilk olarak yerleştirmezseniz hiç bir zaman bir daha koyamazsınız, o zaman da ne kendinize, ne de çalıştığınız kuruma, ne de ülkenize faydalı olursunuz. Bu da iyi bir is adamı, gerçekte de iyi bir adam olamayacağınızı gösterir” Profesör, ders bittiği hâlde konuşmadan oturan öğrencileri sınıfta bırakarak çıktı gitti…

ENGELLER

Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş, kendisi de pencereye oturmuştu. Bakalım neler olacak diye başlamış beklemeye.

Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray görevlileri birer birer gelmişler, sabahtan öğlene kadar. Hepsi kayanın etrafından dolaşıp saraya girmişler. Pek çoğu kralı yüksek sesle eleştirmiş. Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyordu.

Sonunda bir köylü çıkagelmiş. Saraya meyve ve sebze getiriyormuş. Sırtındaki küfeyi yere indirip iki eli ile kayaya sarılmış ve ıkına sıkına itmeye başlamış. Sonunda kan ter içinde kalmış ama, kayayı da yolun kenarına çekti. Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereymiş ki, kayanın eski yerinde bir kesenin durduğunu görmüş. Açmış ki bir de ne görsün, kese altın doluydu. Bir de kralın notu varmış içinde.

“Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir” diyordu kral.

Köylü, bugün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders vermişti.

“Her engel, hayat şartlarımızı daha iyileştirecek bir fırsattır.”

ANA’MA

Dokuz ay koynunda gezdirdi beni
Ne cefalar çekti ne etti Anam
Acı tatlı zahmetime katlandı
Uçurdu yuvadan yürüttü Anam

Anaların hakkı kolay ödenmez
Analara ne yakışmaz ne denmez
Kan uykudan gece kalkar gücenmez
Emzirdi salladı uyuttu

Anam Doğurdu beni Sivas ilinde
Sivralan Köyünde tarla yolunda
Azığı sırtında orak elinde
Taşlı tarlalarda avuttu

Anam Ben yürürdüm Anam bakar gülerdi
Huysuzluk edersem kalkar döverdi
Hemen kucaklayıp okşar severdi
Çirkin huylarımı soyuttu Anam

Çocuğudum Anam bana ders verdi
Okumamı çalışmamı öngördü
Milletine bağlı ol da dur derdi
Vatan sevgisini giyitti Anam

Tükenmez borcum var Anama benim
Onun varlığından oldu bedenim
Kimi koylu kızı kimisi hanim
Ta ezel tarihte kayıtlı Anam

Veysel der kopar mi Analar bağı
Analar doğurmuş ağayı beyi
İşte budur sözlerimin gerçeği
Okuttu öğretti büyüttü Anam Aşık Veysel’i

ALDIRMA REİS

Sen içerdeyken ben
Sinemalara gittim
Bütün filmlerini seyrettim
O sevdiğimiz artistin
Sen içerdeyken ben
Vita kutularında çiçek yetiştirdim
Sokakta top oynadım çocuklarla
Ayakkabılarımı eskittim

Güneşe karşı durdum sabahları
Geceleri bir başıma yıldızları bekledim
Annenin gönlüne su serptim
Aldırma dedim aldırma
Bir şarkı söyle bir dilek tut herkes için
Bir ada rüzgarı gibi
Sürtünerek geç hayata
Bir sarmaşık gibi tutun
Ve değer ver hatıralara
Aldırma dedim
Sen annesin, aldırma

Sen içerdeyken ben
Kiramı ödedim pijamalarımı giydim
Haber bültenlerini izledim
Gazetelerden kupon kestim
Sen içerdeyken ben
Sigara içtim, öksürdüm
Otobüse bindim
Fotoğraflarımıza baktım
Acıyan yanlarımı körelttim
Deniz kıyısında yürüdüm
Manavdan soğan aldım
Yeni çıkan şarkıları dinledim
Kafeste beslediğimiz kuşu saldım
Islık çaldım
Sen içerdeyken ben
Hep uyandım, sayıkladım
Kanadım boyuna
Takvimler aldım
Her gün bir yaprağını kopardım
Deli ayrılığın

Sen içerdeyken ben
Gömleğimi ütüledim
Sobada elimi yaktım
Bir şiir yazdım
Bir hercai menekşe aldım çiçekçiden
Hani o alnına kader değmiş
Hani o dudaklarına deniz tuzu dokunmuş
Hani o erken vurulmuş
Gençliğimiz gibi dağıldım
Sen içerdeyken ben

Bir adını söyleyemedim
Şöyle bağıra bağıra
Bir yüzünü göremedim
Görüş günlerinde
Bir de eline değemedim
Bir de yüreğine
Söyle kucaklayamadım bir de
Ölümüne

Sen içerdeyken ben
Kapı kapattım, pencere açtım
Mutfakta oyalandım
Kanepede yattım
Hatta bir yolluk aldım odaya
Çok da kulak asmadım
Çok da koymadı bu bana
Alt tarafı içerdeydin
Alt tarafı bir yanımı alıp götürmüştün
Bir yanımı
Yani adamlığımı
Yani gözlerimin ferini
Yani canımı
Alt tarafı şarkılar ölecekti
Alt tarafı kanayacaktı kalbim
İşte sensiz
İşte nefessiz
İşte kimsesiz bir sesti alt tarafı
Her tarafı

Yıldızlar yine oradaydı oysa
Yazdıklarım
Gözden kaçan o defter yapraklarında
Boş ver 128
Hayat bir gemi
Yürüt onu göreyim seni
Boş ver 128A
Boş veriyor ya
Aldırma reis
Reis aldırmıyor ya

Bir adını söyleyemedim
Şöyle bağıra bağıra
Bir yüzünü göremedim
Görüş günlerinde
Bir de eline değemedim
Bir de yüreğine
Şöyle kucaklayamadım bir de
Ölümüne

Sen içerdeyken ben
Vitrinlerin önünden geçtim
Minibüs duraklarında bekledim
Simitçilerle yarenlik ettim
Üstüme bir ceket aldım
El tezgahlarında kitaplara baktım
Sen içerdeyken ben
Hiç oturup ağlamadım
Hiç karartmadım umudu
Hiç bulandırmadım onuru
Öyle dimdik durdum ortada
İşte burada ulan işte burada
Böyle burada
Hiç yıkılmadan
Hiç utanmadan
Ve hiç unutmadan

Sen içerdeyken ben
Gülen resmimi yaptırdım
Sokaktaki ressama
Her zaman yaptığım gibi
Buzdolabını ayağımla kapadım
Parkların banklarına adını kazıdım
Adını kazıdım duvarlara
Adını, adımın yanına yazdım
Hiç unutmadım, utanmadım
Korkmadım
Parmaklarımı şıklattım Fidayda’da
Hani vardı ya
Fidayda’da hanım kızım Fidayda
Gelip geçen her tren bağırtısında
Kalkıp aynaya baktım sonra

Sen içerdeyken ben
Perdeleri hiç kapatmadım
Hiç bakmadım arkama
Başını ellerinin arasına alan
Üç-beşinin arasında olmadım
Öyle bıraktığın gibi
Öyle yaşadığımız gibi yaşadım
Sen içerdeyken ben

Bir adını söyleyemedim
Söyle bağıra bağıra
Bir yüzünü göremedim
Görüş günlerinde
Bir de eline değemedim
Bir de yüreğine
Söyle kucaklayamadım bir de
Ölümüne
Sen içerdeyken ben…

MİLLET RUHU

Bir yiğit vardı gömdüler şu karşı bayıra…
Arkadan kefenini, gömleğini soydular.
“aman kalkar!” deyip üstüne taşlar koydular,
Bir yiğit vardı; gömdüler şu karşı bayıra.

Yiğidim hele anlatıver olup biteni!
Sen dertli, vatan dertli, oturup ağlayalım…
Ağlayıp sinelerimizi dağlayalım,
Yiğidim, hele anlatıver olup biteni.

Ses ver yiğidim, yoksa beni duymuyor musun?
Yıllar var ki hep hâyalinle oynaşıyorum,
Kalkıp geleceğin ümidiyle yaşıyorum…
Ses ver yiğidim, yoksa beni duymuyor musun?!

Sırtımda ardan bir gömlek, yılların vebâli,
Ümitle ışıldayan gönlüm, seni bekliyor;
Kâh göklerde uçup, kâh yerlerde emekliyor.
Sırtımda ardan bir gömlek, yılların vebâli,

Her tarafta hârab eller, baykuşlara bayram,
Köprüler bir bir yıkılmış ve yollar yolcusuz,
Gelip uğrayanı kalmamış çeşmeler, susuz…
Her tarafta hârab eller, baykuşlara bayram.

İradelerde çatırtı, ruhlarda müthiş şok,
Tarihi yağmaladı bir düzine tarihsiz;
Değerler alt üst oldu, mukaddesat sahipsiz,
İradelerde çatırtı, ruhlarda müthiş şok.

Tıp ki rüyalarda olduğu gibi diril, gel!
Beyaz atının üzerinde bir sabah erken;
Gözlerim kapalı ruhumda seni süzerken
Tıp ki rüyalarda olduğu gibi diril, gel!

GEÇMİŞ YAZ

Rüya gibi bir yazdı. Yarattın hevesinle,
Her anını, her rengini, her şi’rini hazdan,
Hâlâ doludur bahçeler en tatlı sesinle!
Bir gün, bir uzak hatıra özlersen o yazdan

Körfezdeki dalgın suya bir bak, göreceksin:
Geçmiş gecelerden biri durmakta derinde;
Mehtap… iri güller… ve senin en güzel aksin…
Velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde!

ERENKÖYÜ’NDE BAHAR

Cânan aramızda bir adındı,
Şîrin gibi hüsn ü âna ünvan,
Bir sâhile hem şerefti hem şan.
Çok kerre hayâlimizde cânan
Bir şi’ri hatırlatan kadındı.

Doğmuştu içimde tâ derinden
Yıldızları mâvi bir semânın;
Hazzıyla harâb idim edânın,
Hâlâ mütehayyilim sadânın
Gönlümde kalan akislerinden.

Mevsim iyi, kâinât iyiydi;
Yıldızlar o yanda, biz bu yanda.
Hulyâ gibi hoş geçen zamanda
Sandım ki güzelliğin cihanda
Bir saltanatın güzelliğiydi.

İstanbul’un öyledir bahârı;
Bir aşk oluverdi âşinalık..
Aylarca hayâl içinde kaldık;
Zannımca Erenköyü’nde artık
Görmez felek öyle bir bahârı.

ÇİGAN GÖZLER

Şarkısız ve sensiz kaldığım nice akşamlar
Gözlerin geçer aklımdan özlemler içinde
Gözlerin bir çigan müziği güzelliğinde
Kirpiklerinde keman bebeklerinde gitar.

İç ürperten sesin her gece odama dolar
Bir buğu yükselircesine göğe kadehten
Nasıl başım döner nasıl mest olurum bilsen
Ağlarım saçlarında gün doğuncaya kadar

Mutluluk bir ateştir uzaklarda yaktığın
Ki binlerce yay çekilircesine derinden
En hazin şarkıları dinlerim gözlerinden

Büyür gitgide hüznü içimde yalnızlığın
Dinlerim o hiç susmak bilmeyen çiganları
Ve bir musiki halinde geçen zamanları

BİR GÜN

Apansız uyanırsan gecenin bir yerinde
Gözlerin uzun uzun karanlığa dalarsa
Bir sıcacık duyarsan üşüyen ellerinde
Ve saatler gecikmiş zamanları çalarsa
Bil ki seni düşünüyorum

Bir vapur yanaşırsa rıhtımına bin, açıl
Örtün karanlıkları masmavi denizlerde
Ve dinle kalbimi bak nasıl çarpıyor nasıl
O bütün özlemlerin koyulaştığı yerde
Bil ki seni bekliyorum

Bir sabah gün doğarken aç perdelerini, bak
Sevinçle balkonuna konuyorsa martılar
Kendini tadılmamış derin bir hazza bırak
Dökülsün dudağından en umutlu şarkılar
Bil ki seni istiyorum

Gecelerden bir gece uyanırsan apansız
Uzaklarda elemli, garip bir kuş öterse
Bir ceylan ağlıyorsa dağlarda yapayalnız
Ve bir gün kalbimde bir sarı çiçek biterse
Bil ki seni seviyorum

UNUTAMIYORUM

Unut demek kolay gel bana sor bir de
Unutamıyorum işte unutamıyorum
Bir şey var şuramda beni kahreden
Şuramda tam yüreğimin üstünde
Çakılı duran bir şey var
Elimde değil söküp atamıyorum

Dalıp dalıp gidiyor gözlerim derinlere
Kimi görsem biraz sana benziyor
Seni hatırlatıyor şu bulut şu gökyüzü
Şu kayalıkları döven deniz
Şu hüzünlü melodi şu napoliten şarkı
Bir zamanlar beraber dinlediğimiz

Boyuna seni düşünüyorum durmadan usanmadan
Şimdi diyorum o ne yapıyor acaba
O güzelim gözleri kime bakıyor
O cânım elleri nerde
Oysa günler o günler değil
Akşamlar o akşamlar değil
Ve kalan şimdi sade özlemin gecelerde.

Durup durup seni büyütüyorum içimde
Seninle acılar büyütüyorum
Yeni yeni kederler büyütüyorum dayanılmaz
Kirli sular yürüyor iliklerime
Bir zehir karışıyor kanıma anlıyor musun
Bir daha görsem seni diyorum bir daha görsem
Bir gün olsun bir dakika olsun

Unut demek kolay, gel bana sor bir de
Hatırladıkça gözyaşlarımı tutamıyorum
Dilimin ucunda sen
Başımın içinde sen
Kader misin, ecel misin nesin sen
Unutamıyorum işte unutamıyorum.

BİR PINARSIN

Bir pınarsın, içilen ama hiç kanılmayan
Seveni yanıltmayan, sevince yanılmayan
Özlenen sen, özleyen sen, özleten sen
Varken doyulmayansın, yokken dayanılmayan.

KARADUT

Karadutum, çatal karam, çingenem
Nar tanem, nur tanem, bir tanem
Ağaç isem dalımsın salkım saçak
Petek isem balımsın ağulum
Günahımsın, vebalimsin.

Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan
Yoluna bir can koyduğum
Gökte ararken yerde bulduğum
Karadutum, çatal karam, çingenem
Daha nem olacaktın bir tanem
Gülen ayvam, ağlayan narımsın
Kadınım, kısrağım, karımsın.

Sigara paketlerine resmini çizdiğim
Körpe fidanlara adını yazdığım
Karam, karam
Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam
Sıla kokar, arzu tüter
llgıt ılgıt buram buram

Netmiş, neylemiş, nolmuşum
Cömert ırmaklar gibi gürül gürül
Bahtın karışmış bahtıma çok şükür.
Yunmuş, yıkanmış adam olmuşum.

Karam, karam
Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam
Sensiz bana canım dünya haram olsun

BEYAZ GÜVERCİN

Süzülüp mavi göklerden yere doğru
Omuzuma bir beyaz güvercin kondu

Aldım elime, usul usul okşadım
Sevdim, gençliğimi yeniden yaşadım

Bembeyazdı tüyleri, öyle parlaktı
Açsam ellerimi birden uçacaktı

Eğildim kulağına; dur, gitme dedim
Hâreli gözlerinden öpmek istedim

Duydum; avuçlarımda sıcaklığını
Duydum; benden yıllarca uzaklığını

Çırpınan kalbini dinledim bir süre
Ve uçmak istedim onunla göklere

Ak güvercinin iri gözleri vardı
Güzelliğinden fışkıran bir pınardı

Soğuk sularından içtim, serinledim
Çağlayan bir nehrin sesini dinledim

Belki buydu sevmek hayat belki buydu
Işıl ışıldım, gözlerim dopdoluydu

Bir nağme yükseldi sevinçten ve hazdan
Bir nağme yükseldi, güzelden beyazdan

Uzattı sevgiyle pembe gagasını
Birden öğrendim hayatın mânâsını

Kaderde sevgiyi sende bulmak varmış
Seninle bir çift güvercin olmak varmış

ÜZGÜN DEĞİLİM…

Üzgün değilim kanmayı öğrendimse
Senden seni kıskanmayı öğrendimse
Gelsin beni çepçevre kuşatsın o ateş
Yüz yıl yanarım yanmayı öğrendimse